21 Ağustos 2020 Cuma

ANKYRA ALADAĞLAR KAMPI ( Aladağlara ilişkin gözlemleri içerir)

 Derdim büyük diye düşünüyorsan, dağları görmemişsin demektir. (TUZ)


Corona Virus Günleri...
Mart ayı başında ilk Corona Virus vakıasının Türkiye'de de görülmesiyle birlikte günlük hayat hızlı ve ne olacağı belli olmaz bir şekilde yön değiştirmeye başladı. 2020 yılının son yarışını, hatta ilk ve son yarışını demek daha doğru olacak  Ankyra koşu ekibi ile birlikte Antalya'da (Runatolia) koştuk. Daha sonrasında uzunca bir süre evden çıkma yasakları, sosyal izolasyon ve kademeli "yeni normal" dönemi ile hayatımıza yön vermeye başladık. Bu dönemde herkes evinde antrenman planını aksatmamak için aktiviteler yapmaya başladı. Hatta işi meydan okuma durumuna getirip koridorda maraton mesafesi (42.195m) koşanlar bile oldu. Sanal yarışlar yeni yeni gündemi işgal ederken, insan hayatında sosyal alanının nelere eğilip bükülebileceğini birer birer gördük, daha da görmeye devam edeceğiz.

Tüm bu aktivitelerin içinde ben de evde bantta olabildiğinde çok koşu antrenmanları yapmaya ve uzun  zamandır binmediğim bisiklete roller ve trainer üzerinde Zwift aracılığı ile binmeye çalıştım.  Doğada koşmanın, sürmenin yerini tutar mı, elbette hayır ama dönem bunu dert edecek dönem olmadığı için herkes gibi ben de katlanmaya çalıştım ve dışarıda aktivite yapabileceğimiz zamanları iple çektim. Haziran ayının ortasında vakaların sakin düzeylere **inmesi ile yavaş yavaş küçük gruplarla dışarıda sosyal mesafelere uyarak koşu aktivitelerine başladık. Bugün de başta olduğu gibi bireysel temas etmemeye ve mesafeli koşmalarımızı devam ettik. Ankyra grubu haftanın iki veya üç günü kısa ve uzun antrenmanlarda bir araya gelmeye başladı ve antrenman seviyesini bu kısıtlı zaman diliminde belli bir seviyeye getirdi.

Dağlar Bizi Çağırınca...
Tüm vadi ayaklarımızın altında.

Bir süredir ekipçe yarışların bir bir iptal olması ile antrenmanlarımızın sonucunu görmek istiyorduk ve daha da önemlisi özlediğimiz o doğa ile buluşmanın yollarını aramaya başlamıştık. Son olarak Ordos ekibinin Aladağlar yarışını da iptal etmesi ile ilk kimden geldi hatırlamıyorum, ama sanırım Yücel olsa gerek  Aladağlara gidip o coğrafyada bir koşu kampı yapmamızın iyi olacağı fikri ortaya atıldı. O an orada olan herkes buna sıcak baktı ve içimize Aladağlara gitme ateşi böylece düşmüş oldu. Kendi adıma söylemem gerekirse daha önce Aladağlar yarışına hiç katılmadım ve parkur hakkında hiç bir fikrim yoktu. Zor bir parkur olduğunu, dağcılık teknik bilgisinin önemli fark yarattığını, kısa sert parkurları, çarşak tabir edilen portakal ile karpuza arası büyüklükte sert ve keskin kaya parçalarından oluşan, kaygan zeminini ile irtifa kazanımının fazla olmasının performansı sıkı bir şekilde zorlayıcı olduğunu çok duymuş ve okumuştum. 

Kısa bir sürede kampa gönüllü çekirdek bir grup kurup ilk toplantımızı yapıp konaklama, rota, lojistik destek, ihtiyaç duyulan malzemeler ve bunların nasıl ve kimler tarafından ne şekilde organize edileceğine dair iş bölümü yaptık. Ekibin lideri bölgeye defalarca gitmiş, koşmuş, bölgede tur rehberliği de yapmış olan Derya idi. Tayfun ile organizasyondan bir gün önce bölgeye giderek konaklanacak, alanda ayarlamalar ile bölgede keşif faaliyetini organize edeceklerdi. Ben ve Yücel bir arabada, Bekir, Eyüp ile Ceyhun Hocalar'da bir arabada bölgeye gidecekti. Bu sayede hem arabalarda gereksiz kalabalık yapmayacaktık hem de ekiplerin diledikleri zaman yola çıkmaları sağlanmış olacaktı. 07 Ağustos Perşembe günü mesai sonrası 17:00 gibi Yücel ile buluşup yola koyulduk. Bizden iki saat kadar önce de Bekir hocalar yola çıkmıştı.

Aşırıya kaçılmamış,
ev yapımı reçellerle süslenmiş,
güzel bir köy kahvaltısı.
Perşembe günü akşam saatlerinde ekip bir bütün halinde konaklama yerinde buluştuktan kısa bir zaman sonra sabah yola erken koyulabilmek için istirahate çekildik. Cuma sabahı çok erken saatte bir start vermemeye karar verdik. Yedide kahvaltı, ardından milli parkın girişinde sekizde olacak şekilde planladık. Hazırlıkları bitirmek, malzeme kontrollerini yapmak ve araçlarla park girişine gidebilmek için yeterli zamanımız olacaktı. Ekip olarak güne tam bir uyum içinde ve Zülbiye Hanım'ın enfes kahvaltısı eşliğinde başladık. Espriler ve birbirimize takılmalar gırla gitmeye başlamıştı.



Konaklama...
Taurus Guest House Sofası.
Taurus Guest House aslında öncesinde ev olarak tasarlanmış ve her odasında dört yada beş yatak olan Ahmet ve Zülbiye çiftinin aile işletmesi. İşletme Aladağlar milli parkının girişine çok yakın olan Niğde'nin Çamardı kasabasının Çukurbağ köyünde. Lüks konaklama hizmetlerini aramanızın lüks olacağı bir yer burası. Büyükçe sayılan bir bahçede meyve ağaçlarının altında çadır kurmanıza da fırsat tanıyan bu işletme benim için adeta bir ev havasında idi. Derya artık gide gele çift ile ahbap olmuş ve bizlere de sağ olsunlar  Derya'ya gösterdikleri sıcak ilgi ve alakayı gösterdiler. 


Bahçe alanı.
Çadır kampına oldukça uygun.
Odalardan bir görüntü
Hatta bu dört beş yataklı koca odalarda Corona Virüs endişemiz nedeni ile tek kişi konaklamamıza bile fırsat tanıdılar. Bir aile işletmesi dedim ya eğer şanslıysanız sabah kahvenizi içerken Ahmet Bey'in tahminen seksen yaşlarında olan annesi ve henüz ilkokul yaşlarında olan, boşa elektrik harcanmasın diye herkese sorduktan sonra internet kullanılmıyorsa gidip modemi kapatan sevimli oğlu ile de sohbet edebilirsiniz. Yani bana samimi ve sevimli bir ortam geldi. Sabah kahvaltısı, akşam yemeği ortanın üzerinde bir kalitede ve bol kepçe. 


Ama tüm grubun tek bir ağızdan yadırgadığı şey önümüze konan ekmeğin artık şehirde bile tüketmekten imtina ettiğimiz içi hamur olmuş beyaz ekmek olması idi. Oysa köylük yerde yap bir yufka. Ver gitsin. Tek kusur bu olsun dedik geçtik. Cuma akşam üstü vardığımız işletmede toplam iki gece konakladık. Ayrılırken de çok dostça uğurlandık...
Kamp süresince geçen sosyal zamanı en küçük ayrıntısına kadar detay detay yazabilirim zira aklımda öylesine keyifli anlar bıraktı ki detaylardan okuyanlar sıkılabilir. Bu nedenle ayrıntıları hızla geçip rotanın tadına varmanızı istiyorum.
Rota...
***"Aladağlar, Niğde İl sınırları içerisinde Toros Dağ kıvrımlarının (Orta Toroslar) en yüksek doruklarıdır. Kalker Kayalardan oluşur ve vadilerin dışında ormanlık alanlar pek görülmez. Yöreye özel etnik bitki örtüleri (Karamık ağacı, Kuşburnu, Badem ağacı, Sığır Kuyruğu, Kekik) bulunur ve Alpin bitki toplulukları gelişmiştir." Aladağlar kampı fikri doğduğunda Derya bizlere Ordos ekibinin düzenlediği yarış parkuru haricinde normal zamanlarda pek tercih edilmeyen Sarı Memedin Yaylasından başlayan ve Emli Vadisi, Akşam Pınarı, Koca Dölek, Sıyırma Vadisi, Vali Konağı güzergahından Lahit Kaya ile Güzeller tepesini görebileceğimiz bir rota takip ederek Cebel geçidinden Küçük Cebel'de zirve yapmayı ve dönmeyi, ikinci gün ise enerjimiz kalırsa Emler vadisinden zirve yapıp dönmenin iyi bir program olacağını söyledi. Daha önce hiç dağcılık tecrübem olmadığı ve bölgeyi bilmediğim için performansımın, teknik malzemelerimin bu aktiviteyi yapmaya yeterli olup olmadığını kestiremeden bu aktivitenin içinde olmaya karar verdim. Ekip içinde tecrübeli arkadaşlarımın olması içimi rahatlatıyordu. İrtifa gözümü korkutuyor ancak son zamanlarda sıklıkla yaptığım koşu antrenmanlarına ve bir o kadar da dayanıklılığıma güveniyordum.

Soldan sağa: Ceyhun, Yücel, Derya,
Bekir, Eyüp, Tayfun, Ben
Milli Park girişine geldiğimizde geceden konaklamış kişilerle günaydınlaşmalar ve başlangıç fotoğrafı aldıktan sonra Sarı Memedin yaylasında vadi ağzından hafif bir tempo ile koşuya başladık.
 Bu arada batonlarımı çıkardım ve ilk defa denemeye başladım. Aktiviteden bir gün önce aldığım batonu daha önce hiç bir koşu yada yürüyüşte kullanmadım. Kullanmak ise hep aklımda idi çünkü, UTMB yarışlarının olmazsa olmaz ekipmanlarından. Bir gün denemeli ve kendimi alıştırmalıyım diye düşünüyordum. Daha önce yıllarca kayak yaptığım için batonu tutmaya oldukça alışığım sanırım. Bu yadırgamamı engelledi, ama yürüme ve koşu sırasında nasıl bir performans göstereceğimi bilemiyordum. Kaslarım tutulabilir, elimin bir yerleri su toplayabilir yada sık sık takılma düşmelere neden olabilirdi. Neyse ki korktuğum hiçbir şey başıma gelmedi. Oldukça da rahat ettirdi ve performansıma ekstra bir katkısının da olduğunu düşünüyorum.

Karşınızda yükselen dağları görmeseniz
başlangıçtaki stabilize yol size sanki
dağlarda değil de, Ankara'nın köylerinde
bir yürüyüşe başlamışsınız havası veriyor.

F500 Forclaz
Üründen bahsetmek gerekirse; Decathlon'un Forclaz F500 Anti-shock özellikli alüminyum batonlarını aldım. Bazı  karbon batonlarla kıyaslamamak lazım ama kırılarak açılıp kapanan batonlar kadar pratik ve kibar bir görüntüsü olmasa da sağlamlık yönünden bu aktivitede kendisini fazlasıyla ispat etti diyebilirim. Boyunun kolay ayarlanabilmesi, Anti-shock özelliğinin aktif ve pasif duruma getirilebilmesi, tutma yerlerinin ergonomik oluşu ve eli kavrayan kayışların geniş, sağlam ve ayarlanabilir özellikte oluşu bence artıları. Biraz kaba görüntüsü, bir tık ağır oluşu, kapandığında bile bence uzun kalan ölçüsü de negatif yanları.

Rota başında dakika bir gol bir Bekir hoca şapkasını unuttuğunu ve geri dönmesi gerektiği söyledi. Gidip şapkasını alırken biz ekip ile yola devam ettik. Bu arada Derya önde bize etraftaki tepelerin ve kayaların adlarını tek tek saymaya başladı. Biz de sordukça soruyorduk. Bunun adı ne? Güzeller. Bu? Lahit Kaya. Peki bu?... Derken "ya burada tüm taşın kayanın bir adı var, yani bizim bir kaya da adımız olmayacak mı? Şu ilerideki taşın adı var mı Derya?" diye sordum. "Yok üstadım" deyince, dedim ki; "bundan sonra bunun adı Tolga Kaya olsun" 
Bekir Hoca Sivri Kayasını işaretlerken. :)
O sıra Bekir hoca kafasında şapka! (tepesi açık) ile geldi ve dedim ki; "bak şu kayanın adı bundan sonra Tolga Kaya. Senin var mı böyle bir taşın, kayan?" Hiç aşağı kalır mı bizim hoca? O hazır cevaplığı ile "yanındaki sivri kayayı görüyor musun? İşte bundan sonra o da Bekir Kaya dedi." "Haah! dedim. Tam da sana uygun. Sivri." :) Kahkahalar, gülüşmeler...

Bu konuşmaya öyle bir dalmışız ki daha ilk kilometreden grubun önüne geçtiğimizi fark etmedik ve rotayı kaybetmeyi başardık. Biraz önden gitmenin cezasını yanlış yola saptığımızı ve ekibin arkamızdan gelmediğini görünce anladık. Öttürdük düdükleri, çaldık ıslıkları ve anladık ki biz sola onlar sağ dönmüşler. Bekir Hoca ile rota kaçırmamız meşhurdur. Bakınız IDA ULTRA 100k yarışı. Neyse ki henüz kimse çok uzağa gitmemişti. Hep şaşırır dururdum insanlar onca kişi yola çıkıyorlar nasıl kayboluyorlar diye. Sevgili Alp Eren'in bir sözü var "Dağda iken insan görüntünün çözünürlüğünü tam olarak anlayamıyor." Uzaktan minicik ve yumurta gibi görülen kaya oluşumu yanına vardığınızda anlıyorsunuz ki apartman kadar bir şey. Araziye girdikçe sağlam bir yön duygunuz yoksa, iyi bir rota bilginiz yoksa kaybolmak içten bile değil. Anısı taze değil ama acısı hep taze olan dağda ilk kaybolma hikayem askerlik nedeniyle gittiğim Cudi dağlarındadır. Birden içimde otuz yıl önceki o anlar canlandı. Hayatta kalma korkusu olmadan dağlarında dolanabileceğiniz bir coğrafyanızın olması ne büyük lüksmüş meğerse.

   


Rota hattını 3D verebilen bir cep telefonu app'inden ekran görüntülerini yukarıya ekledim. Belki bu derin vadi tepe farklılığını daha keskin olarak görebilirsiniz diye ama ne bu app ne de fotolar bu arazinin güzelliğini ve çetinliğini anlatmaya yeterli değil. Belki dağcılık ile ilgili olmadığım için rota , yazıyı okuyan bir dağcı için "Bu daha ne ki?" dedirten cinstendir. 100K'larda ortalama 3500-4000 metre kazanımla koşulan yarışmalarda zaman geçirmiş bir trail koşucusu için ise hızlı iniş ve çıkış barındıran ve bu metrelerdeki kazanımları 25K gibi bir mesafede yaptıran, çarşak yüzeyleri bol olan rotanın farklı ve zorlu bir deneyim olduğu çok açık..

Birbirimizi bulduktan  sonra aşağıdaki resimde görülen yeşil alan içerisinde ormanda yürüyüşe başladık. Zemin kolay. Taş, kaya var ama zorlayıcı değil. Hatta batona bile gerek yok, ama alışmak için kullanmaya devam. Bu alanı geçer geçmez Akşam Pınarı tabir edilen ve havanları sulamak için dağdan zor şartlarla indirilebilen suyun  getirildiği ilk su molası noktasına varıyoruz. Bulmayı beklediğimiz su ise yok. Etrafta hayvan ve çoban da yok. Çadırı kurulu ama kendi yok. Belli ki suya bakan olmayınca zor şartlarda getirilmeye çalışılan suyun borusu bir yerlerde kesintiye uğramış. Fazla bir duraksama yapmadan bir sonraki su molası olan Vali Konağına doğru yola koyuluyoruz. 

Bakınca var olduğuna inanmakta zorluk çektiğim film sahnesi gibi manzara.
Fotoda iki kişi görebildiniz mi?
Derya yol boyu kayaların adları ve tepelerin il sınırları bağlantıları hakkında bilgi vermeye devam ediyor. Giderek içine daha çok çekilmeye başladığımız vadi adeta bizi yutar gibi. Bir film sahnesi geliyor aklıma. Yüzüklerin Efendisi filminin İki Kule serisinde Miğfer Dibi Savaşı sahnesi. Kalede sıkışıp kalmış Kral'a dağlardan inip gelen Gandalf yardımcı oluyordu ve savaşı kazanıyorlardı. Karşıda bir düşman yok ama kendimi biraz sonra içine gireceğimiz arazi mücadelesine öyle kaptırmışım ki elimdeki batonlar, karşımdaki manzaranın etkisi ile asasıyla zafere koşan Gandalf gibi hissediyorum adeta.

Gandalf  Vali Konağında.
Arazi giderek çetinleşiyor. Yol daha tek bir ize, hatta yer yer iz bile olmayan gözle zar zor seçilen patikalara doğru dönmeye başlıyor. Belli belirsiz yolda bir sonraki durağı Derya önderliğinde bulmaya çalışıyoruz. Ara ara arkama baktığımda sanki bilmem kaç milyona kaç milyon pixel bir TV ekranında  manzaraya bakıyormuş gibi hissediyorum. Az önce şuradaydım diye düşünüyorum. Oradayken burası, buradayken de orası adeta uçsuz bucaksız geliyor. Sert bir çıkış bekliyor bizi. Beklediğimiz suyu bulmak için ilk denediğimiz sert çıkışın sonu hüsran ile bitiyor. Mevsim normallerinde bir kaç kaynakta su olmasını beklediğimiz Vali Konağında bazı kaynaklarda suyun azaldığını görüyoruz. Başımızı geldiğimiz yöne çevirdiğimizde sağda kalan bir parıltı dikkatimi çekiyor. Belli belirsiz dağdan sanki su akıyor gibi. Evet gerçekten de su bu. Kendi gözlerimle görmek mutlu ediyor beni. Derya'ya işaret ediyorum. O da onaylıyor beni. Rotayı 500 metre sola kaydırıyoruz. Tepesinde kocaman bir kar kütlesinin olduğu ve dağdan sızarak gelen, minik şelaleler oluşturmuş, buz gibi suya kavuşuyoruz. Öyle marketten "Ver oradan iki tane soda. Buz gibi olsun" dediğiniz gibi değil. Su gerçekten buz gibi. Sırayla kafaları sokuyoruz suya. Üst baş çıkıyor hatta. Sular dolduruluyor. Minik bir atıştırma molası ve dinlenme. Derya? Tabi ki dinlenmiyor. Suyun üst yakasına çıkıyor. Oradan ilginç pozlar vermeye devam. Enerjisine hayranız.
Yavaştan yola koyulunca Vali Konağı'nın vadiyi tepeden gören o teras gibi geniş kaya düzlüğü de daha bir gözler önüne seriliyor. Neden Vali Konağı dendiği ortada. E! Öyle ya devletin ilde en büyük mülki amiri de sivri bir kayanın tepesinde oturacak değil ya. 

Rota boyunca bir iki yerde sert yamaçların muhtemelen gün görmeyen yakasında kalmış kar örtüsü ile karşılaştık. Yanlış hatırlamıyorsam bazı illerde, özellikle doğuda olsa gerek halen devam etmekte olan bir gelenek ile bu karları yazın katırlarla ilçeye taşır üzerine bal, pekmez, kaymak, şerbet, meyve döküp anam babam usulü dondurma (karsambaç) yaparlarmış. Şimdi daha net anlıyorum ki bu dondurmayı yapan çok kıymetli bir iş yapıyor. Oldukça zahmetli bir iş olsa gerek dağdan kar indirmek.
Lahit Kaya Tepesi.

Vadide yukarı tırmandıkça karşıda Güzeller tepesi, Sağ yanda Lahit Kaya kendini daha bir güzel göstermeye başladı. Yaklaşık 10K kadar ilerlediğimizde giderek sertleşecek parkur ile de yüzleşmeye başladık. Vadi tabanındaki son moladan rotanın son kısmı ile yüzleşmek için yola koyulduk. Eyüp bu noktada daha fazla ilerlemek istemediği için Vali Konağı noktasındaki suya geri dönüş yaptı. Geri kalan ekip tamamen çarşak zeminden oluşan bir yan geçişe başladı ve Cebel geçidine doğru sert bir çıkıştan oluşan rotaya doğru devam etti. Bir süre sonra ekip kendi içinde yorgunluklar göstermeye başlayınca rota üzerinde başı sonu beş yüz metreyi bulan bir mesafe içerisinde otuz kırk metre aralıklarla birbirimizi takip etmeye başladık. 


Cebel geçidi için ızdırap dolu son 600 metre
Ön ekip sert çıkış ve çarşak nedeniyle yeterince hızlı olamıyor, arka ekip ise çarşak ve yan geçiş ile mücadelesinden yoluna istediği gibi devam edemiyordu. Ara ara kafamı çevirip arkama baktığımda sanki her yirmi dakikada bir aynı ekibi arazinin bir yerinden alıp (copy) diğer yerine yapıştırmışız (paste) ve hiç  yol alamıyormuşuz gibi geliyordu. Önümdeki dik yokuşa bakınca salonumdaki lamba kadar yakın hissi veren tepedeki Cebel geçidi, insanın ne yaparsa yapsın her adımıyla kayan çarşak nedeniyle elinden uçup giden hayalleri gibi bir o kadar da uzak geliyordu artık. Bir ara bunca yolu gelmeme rağmen hiç o tepeye ulaşamayacakmışım gibi hissettim. Hatta dönüp dönüp arkamdan gelenleri kontrol ettim ve varlıklarından güç aldım. Daha önce hiç böyle bir zeminde ne yürüdüm, ne gezdim, ne koştum. Ayaklarının altından akıp giden bir çarşak ile mücadele etmek zor. Hele bunu %40'lara varan bir eğimde yapabilmek daha da zor. Uzun süren bir zik zag ile tepeye varmaya çalışıyorsunuz. Belli belirsiz olan yol hiç güven vermiyor. Ama çıkışta iken düşüp bir yerlerinizi yaralanmanız zor. Karınca hızında ancak gidebiliyorsunuz. Uzun uğraş sonrasında ufak tefek düşme ve kaymaların dışında yorgun bir şekilde Cebel geçidine vardım. Son 600 metrelik tırmanışı elli dakika civarlarında yapabilmişim. Düz bir trailde 10K'lık mesafeye bedel.
Aladağlar rotasının profili.


Derya benden önce varmıştı ve yanına vardığımda çantasından çıkardığı bisküvisini benimle paylaştı. Su ve yiyeceğe abandık hemen. Dinlenebildim az da olsa. Beklememize rağmen ekibin geri kalanı gelmeyince çıkma kararlarından vaz geçtiklerini anladık. Tepenin çok yakınına kadar gelmelerine rağmen ani bir karar ile dönüş rotasına girdiler. Biz de Derya ile Küçük Cebel Tepenin en üst kısmına yürümeye karar verdik. Yirmi dakikadan daha az bir zamanda çıkarak yürünen tüm rotayı ve daha öncesinde görmediğim bu manzaranın keyfini çıkardım. 
Yemek yiyen cüce Gargoyle'leri, Britanya.
Turları için videolar çeken Derya'nın bu rota üzerinde aldığı ufak videoları YouTube kanalı olan Keşif Günlüğü sayfasından da izleyebilirsiniz. Zirveden tüm vadiye ve karşımda görünen tepelere baktığımda yer gök binlerce Gargoyle'le (Gotik mimaride bina süslemelerinde yer alan ilginç ve çoğunlukla çirkin yaratık tasfirleri) bakıyormuşcasına donanmış gibi hissettim bir an. Adeta binlerce yüz size bakıyormuş gibi geliyor. Ya da yorgunluğun etkisi ile böyle fantastik şeyler düşünmeye başladım bilemiyorum. Ama yine de doğaya haksızlık etmeyeyim ne kadar sanat eseri olurlarsa olsunlar bu doğa bir Gargoyle kadar çirkin asla olamaz. Belki de tek benzerlikleri olan kireçtaşından yapılmış olmaları bende çağrışım yapmış olabilir.

Solda yüz şekli, Sağda Duvara yaslanmış bir Rahip (Sanki)

Çıkış kadar önemli olan hatta trail yarışlarda hep söylenen "inmeyi bilmiyorsan çıkmayacaksın" lafını test etmenin zamanı gelmişti. Özellikle çıkılan bu son kısmın inişi ve sonrasında devam edecek yan geçiş kısmı başta biraz ürkütücü geldi bana. Çünkü zemin sürekli akıyor ve kendinizi durdurmakta zorluk çekiyorsunuz. Yine burada sanki kayak yapıyormuş gibi ara ara yan fren ve batonların etkisi ile kendimi durdura durdura inmeye başladım. Bir süre sonra akan çarşağın etkisine kendimi bırakabilmeyi başardım ve sanki Michael Jackson'un geri geri yaptığı şu meşhur yürüyüşü ön ön yapıyormuşum gibi hissettim. Bir ayağımı kaldırıp diğerinin önüne koyarken yerdeki ayağım var olan eğimin etkisi ile doğalında akışına, kaymaya devam ediyordu. Burada bir detaya değinmekte fayda var. Tam bu noktada ayakkabılarda tozluk olmasının önemi büyük. Zira küçük taş parçalarının ayakkabıların içine girmesi ve diğer ayağınızın sürüklediği taşların ayak bileğinize sürekli çarpması muhtemel. Ve bazen çok can yakıcı olabiliyor. Benim tozluğum olmadığı için de ayaklarıma giren parçaları ara ara durup dışarı çıkartmam gerekti. Başta zor gelen iniş kısa bir süre sonra zevk aldığım bir hal aldı. Düşmeden, yaralanmadan en sert yeri keyif alarak bitirdim. 
Erken dönüş kararı alan ekip gözden kaybolduğu için geliş rotasının aynı istikamette dönüşe başladık. Yol üzerinde suya tekrar uğrayıp Eyüp'ü orada bulmayı düşünüyorduk ve aynen de öyle oldu. Bursa'dan gelen genç bir dağcı ekip ile sohbeti koyulaştırmış ve dinlenmiş olarak bulduk onu su başında. Tayfun, Ceyhun'da suya uğradığı için kısa süre içinde dönüş rotasında beş kişi toplanmış olduk. Yolun geri kalanını birlikte tamamladık. Akşam pınarında son bir mola ile enerji topladık. Sabah bulamadığımız su ne hikmet ise akşam akmaya başlamıştı ve orada bulunan kapları doğadaki canlılar için su ile doldurduk. 
Artık tamamen düze inilen rotanın geri kalanını bir trail koşusu edasında bitirmeye karar verdim ve yaklaşık 3-4 km'sini koştum. Döndüğümde başlangıç noktamızda Bekir hoca ve Yücel ile karşılaştım. Dinlenmiş, enerjileri yerine gelmiş ve keyifleri de yerinde idi. Hatta oradaki bir yerel işletmenin ikramı çaylar ile tazelenmiş görünüyorlardı, ben de tazelenme şansı buldum. Kısa bir süre sonra ekibin geri kalanı da geldi ve sohbete koyulduk. Bir bitirme fotosu ile de aktiviteyi sonlandırdık.

Tarihe düşülen notlar her zaman yazılı olmaz.
Bazen görsel, bazen de duygusaldır.

Strava verilerime göre başından sonuna 9 saat 54 dakika 20 saniye süren aktivitenin 7 saat 08 dakika 34 saniyesi hareket halinde geçmişti. Bu bir yarış olmadığı için kendimizi zorlamak konusunda katı olmadık hiç birimiz. 3270 metre yüksekliğe kadar çıkılmış ve yükseklik kazanımı 1662 metre olmuş görünüyordu.İyi, hatta mükemmel bir antrenman diyebilirim. Hatta ****Efes Ultra öncesi kendime güvenimi arttıran, dayanıklılığımı test etmeye yarayan bir olanak da sağladı.

Kazıklı Ali Kanyonu...
Ertesi gün Kazıklı Ali Kanyonunda yine Derya'nın rehberliğinde önce kanyon içinde yürüyüş yapıp, alt ucundan kanyondan çıkarak, sonra dönüş rotasını kenarından içine bakacak şekilde bir toparlanma ve keşif yürüyüşü yaptık. Bu yürüyüşün detaylarına değinmeyeceğim ama güzel anların fotoğrafları ile ölümsüzleştireceğim.

Derya ot, çöp vadi içinde tanıtım yaparken.


Kurumuş bir Deve Dikeni.

Yabani acı bademlerden tırtıklanırken. Lezzeti halen damağımda.

Endemik bitki örtüsüne ait bir tür. Adı neydi unuttum.

Kazıklı Ali vadisi içinde bir yer.

Vadide kaya tırmanışı yapılan alanlardan biri.

Deve Dikeni..

Vadiye tepeden bakış.

Vadiden çıkıp dönüş yoluna girildiğinde. Karşıda Aladağlar.
Bitiriken...
Peki deli mi dürttü de böyle bir aktiviteyi yapmaya kalktık. Belki okurken sıkılmış, belki basit gelmiş, bazılarınız ise anlamsız bulmuş olabilirsiniz bunca yolu koşup, yürümeyi. Baştan söyleyeyim böyle bir şeyi yarışma ya da başka bir sebeple yapmamız için bu ekibi bir delinin dürtmesine falan gerek yok. Biz delimizi her daim içimizde taşıyoruz. O dilediği zaman bizi ara ara dürtüyor zaten. Bu tür bir aktiviteyi yapmadan önceki hazırlık antrenmanlarımızın sonundaki sohbetlerimizde konuştuğumuz bir şey vardı. "Hayat zamanı genleştirebildiğin kadar güzel." Hatta esprisini yapıyorduk. "Burada genleştirdiğimiz zaman, doğal ortamlarımıza varınca dakikasında büzüşüyor azizim" diye. Bu yaşamdan bir tür tat alma biçimi. Ontolojik bir anlamı olan, var olduğumuzu hissetme şekli bizler için. Adeta "Tılsımlı Deri."

*Freud'un ölüme yakın son saatlerinde okuduğu son kitap Honere de Balzac'ın Tılsımlı Deri'si idi. Çenesindeki tümör nedeniyle dayanılmaz hale gelmiş acılarına rağmen bir çırpıda okuyup bitirmişti. Kitabın kısa hikayesi şöyle: Roman kahramanı Raphael, Seine Nehri'ne kendisini atıp intihar etmek üzere iken, rastlantı sonucu bir antikacıyla tanışır ve onunla bir anlaşma yapar. Antikacı ona Tılsımlı bir eşek sağrısı derisi verecek o da intihardan vazgeçecektir. Üzerindeki Arapça yazıda "ona sahip olursa hayatının onun olacağı, ne dilerse dilesin yerine geleceği, dileğinde ölçülü olması gerektiği çünkü her dilekle ömrünün kısalacağını, diliyorsa onu almasını" yazar. Deri dilediğini yapacak ama giderek küçülecektir. Raphael ise giderek ölüme yaklaşacaktır. İntihara kalkışan Raphael bunu gördükçe ölmekten dehşetle korkmaya başlar. Kendini, yeni hiç bir şey istememek için, günlerini hatta saatlerini tek düzeye indirgeyip, korkular içinde çok yalın bir hayat sürdürmeye mahkum eder.

Başından belli olan bedeli belki Corona yüzünden, belki yatağımızda huzur, belki de Freud gibi acılar içinde ödeyeceğiz bir gün, ama şu bir gerçek ki; Derisine sığmayı başarıp, koca evrene sığamayan bizim gibi insan yavruları, bu dağlara ayak izlerimizi bırakarak, kendi Tılsımlı Deri'mizi keşfedip Rafhael'in aksine onu büyütmeye, genleştirmeye devam edeceğiz.


Özel Teşekkür: Mihmandarlığı ve aktivitenin sorunsuz geçmesine sağladığı destek için Derya'ya pek çok teşekkür etmek isterim. Ayrıca aktiviteye katılan tüm dostlarıma, Bekir, Eyüp, Ceyhun Hoca'lara, Yücel'e ve Tayfun'a. Her birinin ayrı ayrı büyük katkıları var ve unutulmazdı. İyi ki varlar. 


*Kaynak: Serol Teber: Freud Bilimsel Bir Peri Masalı
**Yazı bittiği sıralarda Ağustos ayı ortası ile vakalarda hızla artan sayılar görülmeye başlanmıştır.
***Kaynak:İnternet
****Yazının bittiği sıralarda Efes Ultra Yarışının ikinci kez iptal edildiği bilgisini aldım.
Fotolar: Ekip üyelerine aittir.

5 Mart 2020 Perşembe

RUNATOLIA 2020 "ROTA YENİDEN OLUŞTURULUYOR"


"Yazı bittiğinde yayınlamak için bir kaç kez kendimi frenlemiştim. Maratona iki gün kala gece yarısı İdlib'ten gelen üzücü haberler üzerine birden bire değişen ruh halimle yazıyı yayınlamaktan vazgeçtim. "Rota yeniden oluşturuldu." Aşağıdaki önsöz ile açmıştım yazıyı ve rotamdan bahsetmiştim. Yolculuğumdan. Haliyle yarış koşuldu ve yazı kaldı. Şimdi yazıyı ilk hali ile yarış sonrasında yayınlama kararı aldım. Çünkü "Rota yeniden oluşturuldu"


“Sağlıklı bir öz güven ile sağlıksız bir kibri ayıran duvar çok incedir”

Haruki Murakami.

Koşmasaydım Yazamazdım.



Yarışların sonrasında yarış hakkında yazılmış raporları okumaya alışığızdır. Koşanların neler yaşadıklarını, yarışın atmosferini, koşular ile ilgili malzeme detaylarını, hatta organizasyonlar hakkındaki bilgileri rahatça bulabileceğimiz bu raporlar çoğunlukla daha az tecrübeli koşucular için yol gösterici niteliktedir. Ülkemizde henüz geniş bir rapor yazma kültürü yok. Yabancılarda ise bu durum bizdekinin biraz tersi.



İçeriğinden de anlaşılacağı gibi 2013 yılından bu yana ara ara girdiğim değişik özellikteki yarışlar sonrasında blogumda yazıyorum. Bu yolla kendim için yazılı bir hafıza oluşturmaya çalışırken bir yandan da deneyimlerimin bir adım geriden gelen koşuculara yol gösterici olabileceğini umut ediyorum.

Bu kez ilk defa farklı bir şey yapıp, yarış sonrasında değil, öncesinde adına pek de rapor denemeyecek bir yazı yazmaya karar verdim. Henüz yaşanmamış bir olay ya da hayal ürünü yazı gibi de algılanmamalı elbette. Öte yandan yazı için seçtiğim zamanlamanın Runatolia Maratonu öncesine denk gelmesi de çok tesadüf değil aslında. Daha önce koştuğum bir yarış olması, parkuru, organizasyonu açısından değişen pek fazla bir şeylerin olmaması elbette bu yönde bir karar almamda önemli rol oynadı ama, bir koşucu için sadece yarış sonrasında değil, öncesinde de konu edilebilecek çok şey var. Onlarca gün süren antrenmanlar, yaşanan heyecan, zihinsel süreçler ve tabi sakatlıklar bu yazıyı yazdıran ana itici güçlerden bazıları.



Peki, eğer yarış hakkında bir şey okumayacaksak neden bahsedeceksin diye düşünebilirsiniz. İşte tam da burada aslında pek çok kişinin de yaşamış olduğunu düşündüğüm şeylerden, yani iç seslerimizden ve buna neden olan süreçlerden size bahsetmek istiyorum. Yarışa hazırlık evresinde yaşadığım sakatlık ve oluşturduğu hisler ile bir çoklarımızın hissettiği duygu geçişlerine değinebilmeyi istemek bu yazının kaleme alınmasında belki de en büyük nedendir. 



Öyleyse müziğin sesini biraz kısın ve sayfaya doğru kulağınızı hafifçe kabartın, zira sesler oldukça derinden gelmekte. Duymakta zorlanabilirsiniz.


10. hafta. 

Saat sabahın altısı, gün ağarmadan az önce...
Saat sabahın altısını on dakika kadar geçmekte. Telefonun alarmı bir pazartesi sabahı azdan çoğa artan bir şekilde kuş ve doğa sesleri şeklinde çalmakta. Gece geç yatabilmiş olmanın ya da bir önceki gün uzun antrenmanının verdiği sabah mahmurluğunda alarmı kurup kurmadığımı bile hatırlamadan refleks olarak şekerleme moduna alıyorum. Gözlerim isyanda. Beynim ise halen uyuyor. Uyanmak istemeyen bedenim uyuyan beynimin emri ile kalkması gereken güne sırtını döner gibi kıvrak bir hareketle telefona sırtımı dönüyor. On dakika sonra yeniden çalan alarmla hala daha doğmamış güne, uyanmamış bir beyinle kalkıyorum. Önce bir ayağım sarkıyor yataktan aşağı. Sonra diğeriyle birlikte bedenimi doğrultuyorum. Oturuyorum yatağın kenarında. Yatak, çarşaf, yastık ve ben sanki et ve tırnak olmuşuz, sökülmek istemiyoruz birbirimizden birazdan içine dalacağım alacakaranlığa doğru.

Yere değen sağ ayağım ile birlikte bacağımın ön yüzünde ayakta durmamı zorlaştıran bir ağrı ile sendeliyorum.


8. hafta. 
10 K öncesi gergindi sabah...
O sabahın gecesinde geç kaldım hissiyle hızla yatağa girmiş ve "nasıl olsa saat çalmadan uyanıyorum, bu hep böyle oldu" diyerek spor çantamı hazırlamamıştım. Hani derler ya kader ağlarını işte o an ördü. Belki de gerçekten öyle oldu. Kelebek etkisi dedikleri şey bu olsa gerek. Daha o an, o saat aslında olacaklara yolculuk başlamış ve benim haberim yokmuş oysa ki.


John Fovles 'Aristos' adlı kitabında “Evreni yöneten rastlantısallıktır” der. Kimbilir, belki de doğrudur. Oysa benim oldukça düzenli bir hayatım vardır. Rastlantılara yer bırakmayacak kadar. Hafta içi sabah uyanma, duş, kahvaltı, servis, işe gidiş neredeyse hep aynı saatte. Artık neredeyse uzunca bir zamandır hafta sonları bile aynı. Uyanma, atıştırma, spora gitme-gelme, sonrasında şekerleme. Hep aynı. Bu yeknesak düzen insanı sıkıcı bir hayatı olduğu hissine kaptıracak kadar aynı çoğu kez. İyi tarafları da yok değil elbet, ama zamanla alıştığınız bu düzen içindeki minik bir düzensizlik bile sizin bütünlüğünüzde onarılması zor hasarlar meydana getirebilir. Bunu düşününce de inanmakta zorlansam da Fovles’a hak vermemek elde değil. Düzene bir süre sonra alışır ve yadırgamaz hale gelirsiniz. Sütünüzün bitmesi bile sorun olur sabah kahvaltısında. "Aman! Bu da dert mi?" dediğinizi duyar gibiyim. Evet gerçekten dert değil. Genellikle başa az gelse de böyle bir duruma bazen hazırlıksız yakalandığınız olur. Yerine başka bir şeyi organize edivermek bir sıkıntı yaratır içinizde ve zaman sandığınızdan daha hızlı akar o an. Servise ya da sabah sporuna vakit az kalmıştır. Dolabı tekrar aç ve içine bak. Yerine ne geçer diye düşün. Belki de tercih etmediğiniz bir şeyi yemek zorunda kalıp, geri kalanında günün gazlı bir barsakla dolaşmayı göze alırsınız bazen.


Mutlu bir anın sonrasında...
Kahvaltı hızla bitmeli ki sabah sporu için geç kalmamalıyım. Uyanırım diye düşünmüştüm. Neden bu kadar uyuşuğum ki bu sabah. Galiba beynim bedenimin gireceği stresin farkında. Gece de belki bu nedenle yatakta dönüp durdu. Daha az uyursa daha yorgun kalkar ve belki de vazgeçer diye düşündü. Planladığım şeyden vazgeçirmek için beni. Bu haftanın hedefi belli. 10K’yı 42,5 dakikada, hatta altında koşmak. Maraton planının başından bu yana henüz dört hafta geçmiş. On altı haftalık planın ilk ayını yapamamış olmama rağmen iyi bir sezon geçirmiş olmanın verdiği his ile bacaklarım ve bedenim adeta birlikte dans etmek için yarışıyorlar. Ama nedense bir şeyler bu pazar sabahı ters gidiyor. 
Yüzümü yıkar yıkamaz kahvaltı yapıyorum. Kısa bir koşu için fazla bir kahvaltıya da gerek yok zaten. Bir süredir sabahları tahin-pekmez deniyorum. Kıramplarıma da iyi geldiğini düşündüğüm için birazda. İki dilim ekmeğin üzerine sürdüğüm tahin pekmezi yiyorum. Arkadaşlarıma söz verdim koşu sonu onlara kahve ikram edeceğim. Makinaya suyu ve kahveyi koyuyorum. Bir dakika termos neredeydi? Kısa bir aramayla buluyorum. Kahve kokusunu alabiliyorum artık. Yataktan zor kalkan bedenimin ilk ödülü bu oluyor. Mutlu ediyor adeta. Ama zihnim arka planda zor bir koşu olacak işlemesini yapmaya devam ediyor. Kağıt bardak kalmamış galiba! Herkes için bardak mı götürsem diye düşünüyorum. Sabah sabah şangır şungur ses çıksın istemiyorum. Öyle ya bu evde yalnız yaşamıyorum. Sabahın körü benim uyanma saatim olabilir ama eşim muhtemel rüyasının en güzel yerinde. Eyvah! Kağıt bardak gerçekten kalmamış. Benzinlikten geçerken alırım diye düşünüyorum. Makinadaki su sonuna geldi. Kahvaltı da tamam. 
Hızla giyinmem, koşu sırasında ve sonrasında gerekli olacak malzemeleri çantama yerleştirmem lazım. Yıllardır öğrenemediğim tek şey giyinirken nedense çorapları hep en sona bıraktığım. İşe giderken bile aynı şeyi yapıyorum hep. Ne giyeceğim aslında belli iken çorapları önce giymeyi düşünsem her defasında pantolonun ütüsünü eğilirken bozmamış olurum. Ama neyse şimdi bunu düşünmenin sırası değil. Ütülü tayt diye bir kavram yok zaten. Evet evet yok. Rüzgarlığı da giymeliyim. Hava soğuk. Kat kat giyinince saati rüzgarlığın bile üstüne takıyorum bu aralar. Saat demişken sahi nerelerde o?
Kahve soğumadan termosa koymalı. Sanırım filtrede kalan su da bitmiştir. Evet tam zamanı. Çanta da bitti sayılır. Zaman daralıyor. Yoksa yolda hız yapmam gerekecek ki sabah sabah hiç istemediğim bir şey. Saat nerede? Yok. Etrafı arıyorum, tarıyorum yok. Bir bu eksikti. Bir gün önce koşu sonrası arabanın bagajına attığım aklıma geliyor. Sanırım orada kaldı. Neyse inince alırım. Ayakkabılar ne olmalı. Yenisi. Evet kesinlikle yenisi. Yeni aldıklarım. Tarihi ve kader anı. Belki de rastlantı? Derlenip toplanıp. Biraz palas pandıras çıkıyorum evden, içimdeki beni huzursuz eden bir şeyler eksik hissimle birlikte. Düzensizlikle barışık olmayan ruh halim alarm veriyor adeta.

Dışarıda hava -5 derece. En soğuk antrenman günü olacak belli. Arabanın camları buz tutmuş. Temizlemeli. Zaman daralıyor. Acaba antrenmana zamanında yetişebilecek miyim? Oldum olası bir yerlere geç kalmaktan hoşlanmıyorum. Kendimi zaman konusunda çok baskı altında hissediyorum. Geç gitmekten hoşlanmadığım gibi geç kalandan da hoşlanmıyorum. Ama zamanla hayat bunları biraz törpüleyebilmeyi de öğretiyor. Camların buğusu çözüldü harekete hazırım. Yavaş gitmeli Ankara'da bu havada yollar buz olur. Dikkatli olmalı. Saat 07:45. Buluşma 08:00'de. 10 kilometre yolum var ama bardak için yolda durmam gerekecek. Şu benzinlik iyi. Nasıl? Bardak yok. Rastlantı? Kağıt , plastik fark etmez bir şeyler bulmalıyım. İnsanlar eliyle mi içecek? Neyse bir sonrakine bakayım. Evet burada var. Sabah sabah durumu fırsata çeviren kasiyer belki de günün ilk kazığını bana atıyor. Eminim kendisiyle gurur duruyordur. Bir neyse de buna. Sabah aksilikleri biraz asap bozucu olmaya başladı. Aklımda bulamadığım saat var. Bir yandan da bu teknolojiye kendimi ne kadar emanet etmişim diye düşünüyorum. Hızımı hesaplamak, antrenmanın istenilen sürede ve zamanda yapılabildiğini planlamak için bu teknoloji daha kesin sınırlarla kendinizi ayarlamanıza ve planlarınıza uymanıza yardım ediyor ama acaba iç seslerimden de bir o kadar uzaklaştırıyor mu? Kahve içerken her seferinde derecesine bakıp bilmem kaç derecede içerim sıcak ya da soğuk bu derece altında üstünde içmem demek gibi değil mi bu da. Profesyonel olmadıkça bu cihazlara kendini bu kadar çok teslim etmek doğru mu? Eminim evet diyenleriniz çıkacaktır içiniz de ama, sanki bir yanım bir taraftan da buna artık bir mesafe koyma zamanı geldi der gibi. Bir neyse de buna. Az kaldı birazdan TRT yokuşundan ineceğim Eymir'e doğru. 

Ankara'da Eymir olmasaydı ne yapardım diye çok düşünmüşümdür. Hayat suda başladı ve sanki bunun ironisi, her hafta sonu istisnasız hayatın başladığı yerde yeniden can bulmaya koşar gibi koşmaya gidiyorum, gidiyoruz. Küçük  bir göl etrafında dönüp durmak ne kadar mutlu eder ki bir insanı. Biz Ankara'lıları ediyor. Denizimiz yok ama elimizdeki yapay da olsa gölün kıymetini bilmeye çalışıyoruz. En azından biz koşanlar. Her hafta tavaf eder gibi etrafında sayısız kereler dönmek, doğada dönenen her şey gibi beni de sonsuz mutlu ediyor. Ankyra SK'lı dostlarla buluştuk yine. Hazırlar. Birazdan başlayacak koşu. 

Runatolia planımız için birlikte koşacağız. Benim planımda bugün 10K var ve hızlı bir tempoda olacak. Ne kadar uğraşsam da buluşma zamanlamayı tutturamadım. Herkes gelmiş ben en geç kalanım bugün diğer günlerin aksine. Üstelik saatimi bulamadım. Bugün önemli bir gün. Eğer 10K için 04:15 pace'de çıkarırsam maratonu toplamda 03:15 saat altında bitirme konusunda kendime daha güveneceğim. Hava çok sert. Ayakkabılar yeni. Üst baş iyi. Ama bir hazır olamama hissi ve gerginliği var içimde. Fotolar alınıyor. Yüzler gülüyor. Sabah şakalaşmaları, merhabalaşmaları. 

Koşu başlıyor. İlk kilometreler ısınmadır. Gossip Pace başlanır. Mutlu yüzler ve hisler ile başlanır sonra herkes planına odaklanır. Bense halen bitmeyen bir hazırlık hissindeyim. Ayakkabı bağlarım çözülüyor. Son altı ayda ne zaman yaşadım bunu hatırlamıyorum bile. Rastlantı? Durup bağlıyorum. Geride kaldım. Yetişeyim gruba hissi. Saati düşünmez oldum artık ama bir türlü hızlanmaya cesaret edemiyorum. Gruptan kopamıyorum. Vücudum bir türlü ısınmadı. Ayakkabılar beni öne itiyor adeta ama ne kadar doğru seçimler emin değilim. 4K geçti. Soğuğun yüzümü yaladığını hissediyorum adeta. Gruptan ayrılmaya ve hedefimde gitmeye karar veriyorum. 3K, 4K kadar gittikten sonra yoruluyorum. Zor geliyor koşmak. Sorun yok. Ama istek de yok. Neden koşuyorum ki hissi ile boğuşuyorum. 2K daha. Sadece hedef pace de 6K kalabiliyorum. 500 metre daha gidip bitkin halde bırakıyorum koşuyu. Bitiren geliyor yanıma. Planlar konuşuluyor. Guatemala Grande eşliğinde.Tutturdun  mu hedefi diye sorular alıyorum. Hayır yanıtı üzüyor beni ama yapacak bir şey yok. Bu soğukta sanırım en iyi şey bu kahve oluyor. Sohbet tadına doyulmaz şekilde. Ayrılma zamanı ekipten. Bir rutini daha bitirdik. Eve dönüş, kahvaltı, şekerleme, günün geri kalanında yapılması gerekenler. Rastlantılara yer vermeyecek şekilde deviniyor. 

9. hafta.
Ağrı bana ne anlatır... 
Sabah yine alarm. Bu kez iş için çalıyor. Başlasın bir başka rutin ve düzen. Ama bir dakika bu kez bambaşka bir şey var. Uzun zamandır hissetmediğim bir şey. Sağ bacağımda bir ağrı. Üzerine basmakta zorlanıyorum. Bacağım hafif şiş. Tamam. O daha önceki benzer ağrılardan. Dün hızlı koştum ondandır. İnsanın aklına böyle durumlarda hep en son neler yaptığı gelir ve herkeste olur mu bilmem hafızanızın ne kadar zayıf olduğunu anlarsınız. Ne kadar benzer şeyleri yaşasanız da buna sebep olan şeyi öyle bir anda söyleyip sebebi ortaya koyamazsınız. Ben de sabah seromonisinin arasında bir yandan ne sebep oldu pratiği yapıp durdum. Aklıma ilk gelen antrenmanın zorluğu, havanın sertliği, yeterince ısınamamış olmam, ayakkabıların yeni olması geldi tabi ki. Ama bütün bunlardan başka bunları yönetememiş olmam nedeniyle bu acıyı yaşıyor olabilir miyim diye düşündüm bir an.  Bu ne anlama geliyor? Rastlantıların kaosu beni içine almış olabilir mi? Sizi bilmem ama böyle durumlarda genellikle başka birinin beni eleştirip şunu yapmasaydın iyi olurmuş demesinden daha ağır yüklenebiliyorum kendime. Onu yapmasaydım, şunu yapmasaydım beynimi kemiren kelimeler. Bu nedenle ne ağrıyı ne de bu duyguyu düşünmemeye çalışarak servise yetişmek için bütün rutinlerin ardından evden çıktım. Merdiven inmek azap idi ama, yine de "dur geçer" diyerek günü işteyken de bacağa buz koyarak geçirmeye çalıştım.

Ağrılar insanlarla konuşur. Bana da bir şey söylemeye çalışıyordu. ilk aklıma gelen koşuya ilk başladığım yıllarda sol bacağımda ki benzer ağrının kardeşi olabileceğini söylemesi oldu. Shin splits denen bir durum gelişmişti ve çok uzun süre hızlı koşmayı bırakın, zar zor yürüdüğüm zamanlar bile olmuştu. Neyse ki ağrılar siz onların ne demek istediğini anlarsanız sizi üzmeden geldikleri gibi ya da hafif ilgi ve sevgi ile geri gidebiliyorlar. Bu kez pek bunu yapmaya niyetim yok. Onunla anlaşıp barışmak yerine üzerine gitmeyi tercih ettim bu kez. Ağrının bir önceki gibi olmayabileceğini düşündüm ve hafta içindeki hız antrenmanlarını azaltmadan hafta sonu uzunu da dahil yaptım. 

İşte bu yazının mottosu olan "sağlıklı bir öz güven ile sağlıksız bir kibrin" insana neler yaşatabileceğini o hafta sonundan sonra ertesi sabah net bir şekilde anladım. Ağrı artmış ve koşmak ne kelime yürümekte bile zorlanır hale gelmiştim. İşe gitmekte zorlandım. Ayakta durmak çok acı veriyordu. Ciddi bir tedavi protokolü belirlemeli ve anlaşmayı kabul etmeliydim. Ancak iş nedeniyle İlaç sürmek ve ağızdan ağrı kesici almak dışında gün boyu uzanıp ödemi azaltmak için bir şey yapamıyordum. 
Bazen aldığınız kararlar yanlıştır. Yanlış olduğunu bilirsiniz. Yanlışta ısrar edersiniz. Bazen bilmez ve yanlış yolda gidersiniz. İlki pek affedilir bir şey değil, ikincisi ise mazur görülebilir. 
İşte tam bu noktada vereceği kararı neye göre alması gerektiği konusunda koşucular her zaman bir ikilem yaşarlar. İçinizde sizi durdurmaya çalışan ile savaşmaya çalışan iç güdülerinizin bir mücadelesidir aslında bu. Bunun üzerine biraz eğitim sosu da katmışsanız aslında işler biraz daha karışmış demektir karar vermek konusunda. Eğitim aklınıza güvenmenizi, hisleriniz ise iç güdelerinizle hareket etmenizi salık verir. Biraz ondan biraz bundan yapmak lazım belki ama her kişi bunun dozunu kendi deneyimlerine göre belirliyor. Kimi elli-elli beliriyor oranı, kimi hislerine güveniyor. Ben ağırlıkla aklıma güvenirim ve kararları ona göre almak isterim ama hislerimi de yabana atmam. Bu kez pek de sık yapmadığım şeyi yapıp yanlış olduğunu bildiğim yolda ısrar ettim. Saat takmakta neden ısrarcı olduğum ya da kendimi daha fazla metodolojiye emanet ettiğim ortada sanırım.
Ağrılarım olmasına rağmen bu haftanın planını değiştirmeden devam ettim. Hatta hafta sonu planın ikinci uzunu olan 33K'yı da planlanan pace'de koştum. Ne koşu sırasında ne de koşu sonrasında beni koşmaktan alıkoyacak bir şiddette ağrı hissetmedim. Taki ertesi gün sabah  kuş sesleri eşliğinde kendimi yataktan kazımaya kalkıncaya kadar.

10. hafta.
Bir maraton varmış, Bir maraton yokmuş.
Israrcı olmamın cezasını fazlaca çekiyordum ve anladığım kadarı ile daha çok da çekecektim. Geçen bir hafta da idare eder dediğim bacak gitmiş yerine ağrıdan yapılmış bir heykel gelmişti. O andan itibaren iç sesinizle ve kendiniz ile hesaplaşmalarınız başlıyor. O son kadehi içmeyecektim cinsinden. Hani kusup kurtulamıyorsunuz da. Kanınıza adeta tüm hücrelerinize girmiş bu ağrı o andan sonra önce bacağınızı sonra sizi ele geçirmeye başlıyor. Kontrolümüzün dışında olduğunu düşündüğümüz şeyler daha fazla endişelenmemizi sağlar. Bu biraz genele yakın bir durumdur. Ben de aynı duygularla mücadele ediyorum. Ama burada en fazla kaygıyı artık 03:15 altında bir süre koşamayacağım için yaşıyordum. Çünkü bu ağrı bana artık bu plana uyamazsın diyordu. Aksi halde seni sandığından daha kötü bir şekilde yolda bırakacağım. Boyun eğmekten başka yol görünmüyor. Uzlaşmam ve geriye neler kaldı bakıp savaştan en az kayıpla çıkmam lazım. Hemen ilave tedavi yöntemlerine başlıyorum. Saatler süren shin splits ve benzeri sakatlanmaların okumalarına bakıyorum. Hatta kendime knesio bantlar uyguluyorum. Masaj yağları ile masajlara başlıyorum. Bedenimi ruhumla barıştırmaya da kararlıyım. Beklenmedik değişikliklerin yarattığı, yaratacağı hüzün ile başa çıkmaya çalışıyorum. Bir çok kişiye verdiğim profesyonel öğütlerdekine yakın bir dizeyi içimden mantra gibi tekrarayıp duruyorum. "Sağlık olsun. Acı geçer anı kalır"

Sevgili arkadaşım, dostum Feride  Dorothy bu günlerde zor günler geçiriyor. Bir süredir önemli bir sağlık sorunu yaşıyor. Geçenlerde instadan yaptığı bir paylaşımda kızıyla hayatta başa gelebilecek beklenmedik durumlar için mottolarının "Kabullenmeyi ve o kabul üstüne yeni bir gerçek oluşturabilmek hayatı kolaylaştırabilen bir beceri, biz buna küçük kızımla Rota yeniden oluşturuldu diyoruz." şeklinde bir paylaşımda bulunmuştu. Hayatım boyunca gördüğüm en uyumlu, azimli ve duru insanlardan. Bu bilge yaklaşım ona çok yakışıyor ve asla eklektik durmuyor. Elbette herkesin kolayca yapabileceği bir şey değil ama en azından buna yaklaşabilmeyi bilmek ve becerebilmek için kendini geliştirmek gerek.

İlk defa bir koşu sırasındaki acı bana bir şeyler öğretiyordu. Artık eskisi gibi bazı şeyleri kolay yapamayabileceğimi, acının, sakatlığın daha uzun sürebileceğini, var etmeye çalıştığın maratonun bir anda elinden uçup gidebileceğini. İç seslerinle çok uğraşmak zorunda kalabileceğini, sebep ne olursa olsun bütün bunları yönetmek zorunda olanın yine ben olduğumu. Profesyonel olmadığımı ve her şeye rağmen rotayı yeniden oluşturmayı bilmem gerektiğini ve bu beceriyi de en kısa zamanda geliştirmem gerektiğini.

Bu haftadan sonra antrenman süre, sıklık ve yoğunluğunda ciddi seviyelerde değişiklik yaptım. Koşuları azaltıp eliptiklere ve evde ya da işte bisiklet üzerinde ağırlıkla zaman geçirmeye çalıştım. Kabaca dört hafta akut ağrıların geçmesi için zaman tanıdım. Sonuca göre gerekirse maraton koşmama konusunda kendime söz verdim. Plana tedaviler de dahil eksiksiz uydum. Sadece hafta sonları uzunlarından ödün vermedim ama yarış planının pacelerinde asla yapmadım. Sadece geçen zaman ve süreye odaklanarak psikolojik olarak da uzunları yapıyorum hissine tutunmaya çalıştım. İki hafta içinde yeni rotanın işe yaradığını gördüm. Zamanla ağrılar azaldı. Ödem azaldı. Gün içinde hissettiğim acılar ve gerginlik hissi azaldı. Ama bütün bunlara rağmen iyiye gidiyorum diyerek yeniden hızlanmadım ve volümleri arttırmadım.

16. hafta.
Finalde hep iyiler kazanır.
Her geçen hafta durum daha iyiye gitti. Maratonu istediğim pace de ve sürede koşamayacağımı bugün daha net biliyorum ama bunu artık gerçekten önemsemiyorum. Hatta bunu o kadar önemsemiyorum ki bu defa ilk kez saat takmadan süreye odaklanmadan koşmayı deneyeceğim. Saate olan bağlılığımın benim için bilim ve güvende olma hissine daha çok inanmak anlamına gelmesine rağmen bunu deneyeceğim. Sadece resmi split noktalarında geçiş sürelerimi bilecek ve enerji, sağlık durumuma göre koşunun seyrini sağlayacağım. Rotadan ne kadar saparsam sapayım yanlış yola gittiğimi düşünmüyorum ve bu rotaya hislerimi de dikkate alarak güveniyorum ilk kez. İlk kez acının bana öğrettiklerinden memnunum.

Artık bedenimin sınırları ile daha makul ölçülerde zorlamanın önemini ve bunu daha iyi yönetebileceğimi düşünüyorum. Ne aklıma çok güvenmenin ne de hislerimi yok saymanın doğru olduğu görüyorum. Bütün bu koşma mevzunun ana çıkış hikayesi sağlık olsa bile ip üstünde trapezci dengesinde koşular konusunda dikkatli olunması gerektiğini duyumsuyorum. Asfalt koşularının hız kazanmak için iyi ama bir o kadar da bedenime iyi gelmediğini fark ediyorum. Doğada daha fazla kalıp geri kalan hayatı da, doğada geçirmenin daha önemli ve anlamlı olacağını düşünüyorum. Bundan sonra bilmem kaç kere daha canım yansa da rotayı yeniden oluşturup  sosyalleştiğim  Ankyra'dan pek de ayrı kalamayacağımı biliyorum. Bazen anı biriktirmek için bedeller ödemek gerekse de kalıcılıklarına diyecek yok. Bu nedenle bunda da vardır bir hayır diyorum.


Koşuya tam iki gün kaldı. Bu pazar eskilerin tabiri ile "Dananın kuyruğu kopacak." Bütün yaşananları ile bir on iki hafta geçti. On altı haftalık programın dördüncü haftasından başlayan bir planı daha bitirdim. Bu kez sonrasında değil öncesinde paylaştım hislerimi. Benzer şeyler hissedilebileceğini, bazı şeylerin size saçma, bazılarının abartılı geldiğini düşünebilirsiniz. Bu bir yolculuk. Ve benim gözüme, aklıma takılanlar böyle idi bu kez. 
Dilerim Kendi adıma raporlamada yaptığım değişiklik gibi koşu da da yapmayı düşündüğüm koşma deneyimi de başarılı olur. Kabaca 3 saat 30 dakika ve +15 dakika yanılmayla 3 saat 45 dakika civarında bir koşu yapabilmeyi hedefliyorum. Eğer her şey yolunda giderse kısa bir rapor ile onu da belki paylaşabilirim.

Öncelikle sevgili Ankyra'lı doslarıma sonra kendi koşuları için emek vermiş tüm koşan, koşuyu seven herkese başarılar ve bol keyifler diliyorum.
Keyifli bir 2020 Runatolia'ya diliyorum.





29 Ocak 2020 Çarşamba

2019 YILI ALMANAĞI


Uzun bir zaman bu yazıyı yazsam mı diye düşündüm durdum. Bir yandan kimsenin ilgisini çekmeyeceğini düşündüğümden, bir yandan da zaten teker teker yaşadığım olayları dönüp yazmanın ne kazandıracağını kestiremediğim için. Yine de sonunda ilerde geriye dönüp bakarsam bir yerlerde derli toplu bir şeyler dursun diye yazının başına geçmeye karar verdim.

Çocukken yılbaşı günü yaklaştığında bazen gazetelerin verdiği almanaklar* olurdu ve ben onları okumayı çok severdim. Hatta televizyon (televizyonlar demiyorum çünkü çocukluğum tek kanallı TV dünyası idi) yılbaşı akşamındaki programına o yıl içinde neler olduğunu derleyen görüntülerle başlardı. Ben bunları da seyretmeye bayılırdım. Adeta yılın iyi kötü anlarının birer özeti gibiydiler. Olaya bir de böyle bakınca konuları katıldığım yarışlar ve sırasında yaşadıklarım olan yazılarımın 2019 yılı almanağını hazırlayayım dedim. 

Bakalım neler neler yaşamışım geçtiğimiz bir yıl boyunca. İyi ve kötü neler olmuş. Neler daha iyi olsa olurmuş. Neler olmasa da olurmuş.

Bu arada bir hatırlatma, baştan söyleyeyim istatistik gibi verdiğim rakamların bir çoğu yuvarlak, ortalama rakamlardır. Yoksa her biri için tek tek daha önce bir yerlere yazıp şimdi alt alta toplanmış sayılar değildir. Belki bu kadar metodik ve obsessif olmayı sevenlerimiz vardır, ama ben işi henüz o boyutlara taşımadım.

Hadi başlayalım...

İlk sırada RUNATOLIA 2019 var. 
Yılın ilk Maraton yarışı olması nedeni ile önemli bir yarıştı. 
Bitirme süresi olarak 3 saat 15 dakika hedeflendi ve 3 dakika fazlasıyla bitti. 
Yaş grubunda 5. sırayı almak benim için büyük sürpriz oldu. Zira yol yarışlarında da ultralarda olduğu gibi hedefim genellikle kendi yaş grubumda yüzde onluk dilime girebilmektir. 3 saat 15 dakika hedefi tutmamış olsa da %10'luk hedef tutmuş oldu.
Toplamda 16 haftalık bir program ile 750K lık bir antrenman içeriği yakalamış, bunun yarıya yakını ise evde batta koşmuştum.
İlk defa bir yarışta bu kadar çok jel tükettim. 5 tane.

Üç ayrı yeni ürün kullandım bu yarışta. Birisi ayakkabı. Adidas Adizero Adios 3. Diğeri Gözlük; Siroko marka K3S modeli, miyopi çerçeveli. Bir diğeri de; Garmin Fenix5 ve Running Dynamics'li göğüs bandı idi. Bu üç yeni üründe halen kullandığım ve parasının hakkını veren ürünler çıktı. Hatta gözlük ile ilgili beğeni gelince bir çok arkadaşım da sonrasında sipariş verdi.
Bu koşu aynı zamanda kendi içinde AÇEV adına bağış toplamak için koşulan bir koşuydu ve bazı dostlarım koşu aracılığı ile Adım Adım üzerinden AÇEV için bağış yaparak 4 çocuğun eğitimine katkı sağladılar.
Konaklama için ilk defa bir misafirhanede kaldım. Akdeniz Üniversitesinin misafirhanesi genel itibariyle iyiydi.
Yarışa arabamla gittim ve bunun için gidiş-dönüş 1000 km yol yapmam gerekti. Neyse ki bir depodan  biraz fazla bir benzin ile bunu halledebildim.
Bu yarış nispeten ucuz bir yarış ve masraflarını tamamen kendim ödedim, ama bazen bu tür yarışlara katılmayıp AÇEV gibi bir STK'ya bağış yapsam daha iyi mi olur diye düşünmeden edemiyorum. Çünkü yarış için yaptığım masraf topladığım bağıştan maalesef daha yüksekti.
Bir yıl aradan sonra bu yarışta yeniden koşmak bana iyi gelmişti ve sezonu hızlı açmak iyi oldu.
Şimdi düşünüyorum da yarışın mottosu olsa olsa Pace'e değil Feyz'e odaklan olurdu herhalde.

Yılın ilk Ultrası ALANYA ULTRA MARATONU idi (TAURUS 48K)
Bu yarış yılın ilk ultrası ancak ilk ultra koşum değil. İlk kez kürsüye çıktığım yarış da değildi ama 42K üzerinde koştuğum ilk yarış olması nedeniyle önemliydi. 
Hem de bunun bir ultra maraton içerisinde başarılması benim için daha da önemliydi. Aynı zamanda yılın 42K ve üzeri ikinci yarışıydı.
Planlamanın iyi işlediği bir yarıştı. 6 saat 26 dakikada bitirmeyi planlamıştım. 1 dakika daha kısa sürede bitirdim.
Yaş grubunda birinciliği aldım. Daha uzun ultralar yapabilmek için deneme yarışlarından biriydi diyebileceğim bir yarış olmuştu. 
Runatolia üzerine 143 km daha koyarak yarışa hazırlanabildim. Üçte biri evde bantta koşuldu.
Beslenme stratejisinde özel bir şey yapmadım. 
Yeni bir ürün denemedim, kullanmadım.
Yarışma öncesinde fuar alanında Bakiye Duran ile tanışmak ve uzun uzun sohbet etmek benim için bu yarışın tepe noktasıydı. Kitabını almak, imzalatmak ve sonrasında okumak büyük bir keyifti benim için.
Konaklama için yakınlardaki bir otelde kaldım, ama vasat bir hizmetle, düşük oda kalitesine razı olarak. Tek güzel yanı eşsiz deniz manzarasıydı.
Yarış için uçak ile gidip geldim. Alanya'ya iniş, Antalya'dan kalkış olacak şekilde. Uçakla olmasına rağmen en meşakkatli yolculuktu diyebilirim. Hava alanından Alanya'ya ulaşım için ayarlanan servis için öncesinde iyi konuşulması gerekiyor, zira sizi gecenin bir yarısında oraya buraya girmem, çıkmam diyen bir servis şoförünün heder etmesi içten bile değil.
Uzun zamandır göremediğim dostlarımla birlikte olduğum, keyif yüklü bir yarıştı. 
Yarış için düzenlenen brifing evlere şenlik idi. Kalabalık bir ortamda yetersiz ses ve görüntü düzeneği ile amaca son derece hitap etmez şekilde idi.

Yılın İlk Yarı Maraton Yarışı İSTANBUL MARATONU
Alanya Ultradan hemen iki hafta sonra olan bu yarışa sadece üzerine 89.3 km daha antrenman yaparak katıldım.
Bu yarış için özel bir yarış raporu yazmadım. Yarı maratonlarımın değerlendirmesini yaptığım bir raporumda tespitlerimi paylaştım.
İstanbul'da olan bu yarışa çalıştığım şirketin koşu takımı altında şirket koşucuları statüsünde katıldım. 
Yeni bir oluşum olan ASİL (Aselsan Sosyal İnovasyon Liderleri) çatısı altında ilk kez koşmanın deneyimini yaşadım. 
Şirketin hazırlatmış olduğu özel koşu forması ile koştuğum ilk yarıştı.
Beş kişi olarak katıldığımız bu yarışta en iyi derece yapan üç kişinin süreleri toplanarak birinci belirleniyordu ve biz bu yarışta şirket olarak beşinci sırayı aldık.
Kişisel en iyi yarı maratonumu koştuğum yarış olmuştu. 1:31:25 gibi bir sürede bitirdim.
Kayıt, konaklama, yol masraflarını tamamen kendim karşıladım. 
Konaklama tam bir talihsizlikti ve otel bu güne kadar kaldığım en berbat oteldi.

Yılın ikinci Ultrası İZNİK ULTRA MARATONU (Narlıca Parkuru 55K)
Giderek mesafelerin arttığı ve gözümü korkutan ilk ultra maratondu. Organizasyon açısından işi sağlama almış, kayıt ve malzeme kontrollerinin en sıkı yapıldığı maratondu diyebilirim.
Yarışa gidiş de dönüş de uçak ile oldu. Bursa'ya uçulan bir uçuş sonrası İznik için hava alanından kiralanan araba ile İznik'e varmak zorunda olduğunuz bir yarıştı. Ulaşımı biraz sorunluydu. Bu nedenle masraflı da diyebilirim. Yol masrafları yanında yıl içinde kayıt parası olarak verdiğim en pahalı yarıştı.
Konaklama oteli başarılı idi. Ancak otel odasının göl kenarında olmasından mı yoksa  nemli ve sigara kokulu olması mı etkiledi kısmen keyifsiz geçen bir geceye sebep olmuştu.
Ankyra SK'dan oldukça kalabalık bir ekip ile katıldığımız yılın ilk toplu yarışıydı. Ekip olarak da oldukça başarılı sonuçlar alarak dereceler yaptık. 
Bu yarışta da 6:29:13 dakikalık süre ile genelde 12. Yaş grubunda birinci bitirdim. Yılın böylece ikinci kürsüsünü görmüş oldum. Kürsü kadar değerli olan sevgili Ali'nin bizler için hazırlattığı özel çini hediyeler idi.
Bu yarışta ilk defa çok zorlu bir parkur deneyimi yaşamış oldum. Yağan kar ve yağmur eşliğinde çok ağırlaşan parkurda azimle sona kadar direncimi kırmadan koşmayı başardım.
Salomon Bonatti Pro yağmurluğu aldığım, ilk kez giydiğim ve hayat kurtarıcı olduğu yarış idi.
Alanya sonrasında yarışa sadece 49,5 km daha koşarak hazırlandım. 
Bu yarış ile birlikte Runatolia'dan itibaren iki ay içinde dördüncü yarışımı koşmuş oldum. 
Katılmayı düşünmeden önce ben buna hazır mıyım diye iki üç kez kişinin kendine sorması lazım. Çünkü İznik çok zor bir parkura sahip olmasa da yarış sezonundan dolayı  yağabilecek yağışlar nedeni ile içinde üzüntü barındıran çocuk gibi huyu birden değişebilecek yarış atmosferine sahip nadir bir yarış. 

Yılın ikinci Yarı maratonu GORDİON YARI MARATONU,
Yılın yarısına gelmeden beşinci yarış ve ikinci yarı maratonu idi. İznik ardından direnç kazandığımı olacağını düşündüğüm bu yarışta, ev sahibi gibi hissetmiş ve zamanımı daha da geliştirme hedeflemiştim. Yarışın Polatlı yakınlarında olması nedeni ile ulaşımı kolaydı.
Yarış günü sabah Ankara'dan yola çıkarak Gordiyon'a araç ile gidip yarış sonrasında yine araç ile döndüm. Görece masrafsız olan bu yarış için katılmayı dileyen arkadaşlar ile birlikte gidip geldik.
Üzülerek söylemeliyim ki çok güzel olmayan bir parkurda, sıcak olan bir havada ancak 1:34:59 ile genelde 31. yaş grubunda ise 4. bitirdim.
Tarihi öge ve figürlerin çok kullanıldığı ve bölgede kaliteli bir yarış yaratma gayretlerini desteklemek istediğim arkadaşlarım için koştuğum bu yarışın geleceği konusunda organizasyondaki sevgili arkadaşlarım kadar çok iyi düşüncelerim yok, ama yarış yarıştır ve hiç yoktan iyidir diyebilirim.
Bu yarış için de özel bir yarış raporu yazmadım. Yarı maratonlarımı değerlendirdiğim yazımın içinde daha geniş bir yer verdim.


Yılın ilk deliliği AKŞAMDAN SABAH PİST KOŞUSU (100K) 
Gerçek anlamdan yarış raporunu okuyanlar nasıl değerlendirdiler bilemiyorum ama kendi içinde yılın en zor yarışı diyemem, çünkü yarış değildi, fakat zor bir denemesiydi demek daha doğru olur.
Bir bayram sabahı kalkıp evin karşısındaki koşu pistine gidip 100K koşmaya çalışmak yılın en çılgın fikri idi. Bundan daha da çılgınca olanı ilk denemede bunu başaramayıp sadece bir buçuk gün sonra aynı denemeyi yaparak akşamdan sabaha 100K'yı geçirilen ciddi idrar yolu enfeksiyonuna rağmen bitirmekti.
Kendim için asla deli sıfatını yakıştırmasam da dışarıdan akıllıca görünmediği ortadaydı.
En iyi mental konsantrasyon koşusu idi. İlk defa uzun süre müzik dinleyerek, kitap dinleyerek koşulan koşu oldu.
Pist koşusunun karakterine uygun olarak ara ara yön ve giysi değiştirilip, Haziran ayının sıcak karakterine uygun bir havada, geceyi gündüze bağlayan vakitlerde koşuldu.
Koşu sonunda tüm kategorilerde birinciydim. ;)
Herhalde yarışın mottosu; Çılgın olma kendin ol, böyle çok daha özelsin olurdu.

Yılın kaçak kesim ilk yarışı ULUDAĞ ULTRA MARATONU (35K)
Hesapta yıl içinde bu yarışa katılma planım yoktu. Ancak yılı ağırlıkla ultra maratonlar yılı olarak belirlemiş ve hedefe adım adım yaklaşırken arkadaşlarımın da gazı ile yarışa katılmaya karar verdildi. Ancak kayıt için geç kalındı ve konaklama yarış organisayonunun önerdiği otelde oda paylaşarak yapıldı.
Yarışa Çarşambayı Sel Aldı grubundan arkadaşlarımızla birlikte toplu halde arabalarla gittik geldik. Bursa'nın uzak olması nedeniyle araçla gidiş gelişi zorlu idi. Yarış sonrasında dönmesi de ayrıca zorlayıcı oldu.
Başta ekip arkadaşlarıma pacer'lık yaparak 15K'lık kısa parkuru koştum. Ardından yarışın 35K parkuruna dalıp oradan devam edip geri kalan kısmını koştum.
Bu yarış için bir yarış raporu hazırlamadım çünkü aslında yarışmadığım bir parkurda bir de değerlendirme yapmak etik olmazdı. Kayıtsız koşmayı da çok hoş bulmuyorum ama bunu kendi içimde yarışın kontrol noktalarından hiç bir şekilde yararlanmayarak çözdüm. Bu nedenle yaklaşık 35,5 km ve 1100m yükseklik kazanımı ile hiçbir destek almaksızın koştuğum ilk yarış olma özelliğini kazandı bu koşu.
Yarış boyunca  üç adet çeşmeden sadece 500 ml Soft Flaskımı doldurarak 1,5 litre su ve bir köy kahvesinden aldığım beş adet kesme şeker ile yarışı bitirdim.
Eğer kayıtlı olsaydım derecem ne olurdu bilemiyorum ama bunu bir kez daha yapmamak için kendime söz verdiğim ilk yarışım oldu.
Sosyal program olarak dolu dolu geçen ilk yarış oldu. Koşu sonrasında arkadaşlarla civar köyleri gezip Bursa'nın meşhur Uludağ dönerini yeme şansına sahip olduk.

Yılın üçüncü Ultra Maratonu FRİG ULTRA MARATON (55)
Frig Vadsinde yapılan bu yarışa Ankyra SK kulübünden arkadaşlarla bir arabaya doluşarak gidip geldik. Bir gün içinde sabah kalkılıp, koşup tekrar aynı gün dönülen ilk yarış olma özelliğini taşıdı. 
Giderek hedef yarışa yaklaşırken ve hesapta yokken uzun antrenman olsun amacı ile koşulan ultra oldu. 
Hedef zaman ve pace olmadan sadece uzun antrenman için koşuldu. 
Görece Ankara'ya yakın olması, vadinin parkurunun düz olması koşuya hazır bir antrenman seviyesinde olunması nedeni ile hesapsız koşulan bir yarış oldu.
Bu yarış için de bir rapor hazırlamadım. Kapadokya parkuruna benzemesi yarış için ayrı bir tercih sebebi idi. 
Konaklama, kayıt, gidiş-geliş için fazla masraf yapılmaması yarışı ucuz yarışlar statüsünde tutuyor.
Yarıştan sonra en güzel olan şey ise yarış organizasyonun konaklama otelinde duş almamıza izin vermesi ancak bizlerin Türk hamamından da, sıcak havuzundan da yararlanabilmemiz sürpriz oldu. Yılın bu anlamda en beklenmedik sonlu yarışı idi.

Yılın ilk başarısız yarışı KAPADOKYA ULTRA TRAİL (CMT)
Tüm yıl boyu yapılan yarış ve antrenmanların sonucunun alınacağı yarış olması amacı ile koşuldu. Yılın dördüncü ve benim için en önemli Ultra maratonu idi. Yaş grubunda kürsü hedefi ile koşuldu. Yarış başından itibaren iyi bir planlama yapılmış olmasına rağmen, yarış ortalarından sonra hedef pace altında kalındı. Beklenilen sürenin çok çok altında yarış bitirildi.
8:22:03 dakika ile genelde 140. yaş grubunda 12. olundu. 
Egonun Magnezyum ile kardeş olduğunu anladığım yarış oldu. :)
Ankyra SK ile oldukça kalabalık bir ekip halinde koşulan yılın ikinci büyük ultrası oldu. Konaklama yeri olarak da birlikte kalındı, aynı otel tercih edildi.
Yarışa ekip arkadaşları ile birlikte yine bir araba doluşup gittik geldik. Bölge oldukça turistik ve yeme içme alanlarının, alış veriş mekanlarının çokluğu ile ünlü olduğu için sosyal olarak zorluk yaşanmadı. 
Yarış organizasyonunun kayıt kabul alanı ve uyguladığı süreç yılın en başarılı hizmeti idi. Brifing alanı konfor olarak iyi olmakla birlikte kişileri cezbetme ve beklenen verileri verme anlamında vasatın ötesine yine geçemedi.
Fuar alanında yeni ekipmanlar aldım. Salomon S/Lab 8lt sırt çantası bunlardan biri idi. Yarış sonunda antrenman koşularında ve İDA ultrada denendi ve başarılı olarak değerlendirildi.
Salaomon çanta içinden çıkan Salomon Soft Flask'ların başarısız olduğu deneyimlendi. Salomon ekibi ile konuşup, yazışılmasına rağmen olumlu dönüşler alınamadı.

Yılın son Ultra yarışı IDA ULTRA TRAİL (100)
Yılın en uzun mesafeli koşu yarışı idi. Yıl içinde koşulan ikinci 100K koşusu oldu. Ultra koşu tarzında ise koşulan ilk en uzun ultra yarışı idi. Yarışa yine şirket içerisindeki ASİL koşu grubundan arkadaşlarla birlikte gidildi. Şirket araçları ile ekip olarak gidip gelindi. Uzun sürmesine rağmen yolculuğun keyifli geçtiği organizasyonlardan biri idi. Yarışa yine Ankyra ekibi olarak da geniş bir katılım sağladık. 
Yarış 15 saat 10 dakika süren yarışta ilk defa karanlıkta başlayıp yine karanlıkta biten bir yarış koştum.
Gece etabına kalıp koştuğum ilk yarış olması nedeni ile de ayrı bir yeri vardı. Yarışın tamamını Bekir Hoca ile birlikte koştuk. Bu anlamda da bir yarışın başından sonuna kadar biri ile birlikte koştuğum ilk yarışım oldu. Yine ilk defa bir yarışta zamana odaklanmadan geçiş sürelerine aklıma takmadan koştum. Yarış içerisinde tüm istasyonlarda istisnasız durduğum ilk yarışım oldu ve her kontrol noktasında oldukça geniş vakit geçirdim. Bir yarışta durup fotoğraf çektiğim ilk koşum oldu. Parkur içerisinde kaybolmaları sıkça yaşadığım bir yarıştı ve tam dokuz kez yol kaybettim.
İki yeni malzeme kulladım bu yarışta. İlki Salamon S/Lab 8 lt sırt çantası ve Decathlon Forclaz Trek900 tepe lambası. İkisi de oldukça başarılı ve paralarının hakkını verir nitelikte çıktılar. 

Yılın son yarışı 84. BÜYÜK ATATÜRK KOŞUSU
Bir Ankara'lı olarak yılın sonunda ve bizler için ayrı bir yeri olan bu yarış ile yılın koşu sezonu kapattık.
Bugüne kadar katıldığım Atatürk koşuları içinde en uygun hava şartlarında koşulan yarıştı. Genel itibari ile katılımın az olduğu, halkın desteğinin pek olmadığı bu yarışta bu yıl beklenenin aksine katılım da ilgi de çoktu. Bu yarış için de bir yarış raporu hazırlamadım. İlk defa bir yarış için mihmandarlık yapıp, kişilerin bilgilenmesine ve şirket içinde koşuya katılmak isteyen kişilere destek oldum.
Ankyra SK ve şirket içerisinde özel bir grup ile adeta bayram havasında koşu yaptım.
İlk zamanki koşularımın aksine derece ve zamana odaklanmadan grup olarak keyifli koştuğum ilk Atatürk koşusu oldu.

Yılın enlerine bakacak olursak;

  • Spora bu yıl 325 saat zaman ayırmışım ve bunun 275 saatinde koşmuşum. Neredeyse her gün bir saat.
  • 188 gün aktif spor yapmışım, bunu da en çok Pazar günleri yapmışım. Ancak eskilerde tutturmaya çalıştığım 200 gün sayısının altında kalmışım.
  • Geçen yıl en fazla ocak ayında spor yapmışım. Kış ayı olmasına rağmen bantta çok uzun zaman geçirmişim.
  • Toplamda 2692 km koşmuşum. Tüm sporların km'si 3100 km'nin üzerinde olmuş.
  • Bir seferde en uzun koşumu 15 saat 10 Dakika 57 saniye ile İDA Ultra'da koşmuşum.
  • En kısa aktivitem ise denizde 6 dakika 38 saniye ile bir yüzme.
  • Toplamda 42798 metre yükseklik kazanımım olmuş. Tek seferde en yüksek kazanım yine İDA Ultra ile 3603 metre.
  • Yarışlar için yaklaşık 900 TL kayıt parası,
  • Yıl boyu aldığım malzemeler için yaklaşık 5850 TL,
  • Yakıt için 850 TL,
  • Konaklama için 2450 TL,
  • Yeme-İçme için 1600 TL, ödemişim.
  • Kara yoluyla ulaşım için 3450 km, hava yoluyla yaklaşık 1700 km yol yapmışım.
  • Yaklaşık 12000 TL'lik bir masraf ile aylık 1000 TL'ye yakın bir masraf kapısı yaratmışım.

Bütün bunlardan sonra içimdeki kıymetini sayılarla ifade edemeyeceğim son ve en önemli şey! Gitmişim, gelmişim, koşmuşum ve çok yorulmuşum, ama dönüp  de bakınca geriye pek çok mutlu olmuşum.


*Almanak takvime göre düzenlenmiş, özel bir alan veya alanlarda bilgiler içeren yıllık bir yayındır.
Kaynak: https://tr.wikipedia.org/wiki/Almanak