21 Ağustos 2020 Cuma

ANKYRA ALADAĞLAR KAMPI ( Aladağlara ilişkin gözlemleri içerir)

 Derdim büyük diye düşünüyorsan, dağları görmemişsin demektir. (TUZ)


Corona Virus Günleri...
Mart ayı başında ilk Corona Virus vakıasının Türkiye'de de görülmesiyle birlikte günlük hayat hızlı ve ne olacağı belli olmaz bir şekilde yön değiştirmeye başladı. 2020 yılının son yarışını, hatta ilk ve son yarışını demek daha doğru olacak  Ankyra koşu ekibi ile birlikte Antalya'da (Runatolia) koştuk. Daha sonrasında uzunca bir süre evden çıkma yasakları, sosyal izolasyon ve kademeli "yeni normal" dönemi ile hayatımıza yön vermeye başladık. Bu dönemde herkes evinde antrenman planını aksatmamak için aktiviteler yapmaya başladı. Hatta işi meydan okuma durumuna getirip koridorda maraton mesafesi (42.195m) koşanlar bile oldu. Sanal yarışlar yeni yeni gündemi işgal ederken, insan hayatında sosyal alanının nelere eğilip bükülebileceğini birer birer gördük, daha da görmeye devam edeceğiz.

Tüm bu aktivitelerin içinde ben de evde bantta olabildiğinde çok koşu antrenmanları yapmaya ve uzun  zamandır binmediğim bisiklete roller ve trainer üzerinde Zwift aracılığı ile binmeye çalıştım.  Doğada koşmanın, sürmenin yerini tutar mı, elbette hayır ama dönem bunu dert edecek dönem olmadığı için herkes gibi ben de katlanmaya çalıştım ve dışarıda aktivite yapabileceğimiz zamanları iple çektim. Haziran ayının ortasında vakaların sakin düzeylere **inmesi ile yavaş yavaş küçük gruplarla dışarıda sosyal mesafelere uyarak koşu aktivitelerine başladık. Bugün de başta olduğu gibi bireysel temas etmemeye ve mesafeli koşmalarımızı devam ettik. Ankyra grubu haftanın iki veya üç günü kısa ve uzun antrenmanlarda bir araya gelmeye başladı ve antrenman seviyesini bu kısıtlı zaman diliminde belli bir seviyeye getirdi.

Dağlar Bizi Çağırınca...
Tüm vadi ayaklarımızın altında.

Bir süredir ekipçe yarışların bir bir iptal olması ile antrenmanlarımızın sonucunu görmek istiyorduk ve daha da önemlisi özlediğimiz o doğa ile buluşmanın yollarını aramaya başlamıştık. Son olarak Ordos ekibinin Aladağlar yarışını da iptal etmesi ile ilk kimden geldi hatırlamıyorum, ama sanırım Yücel olsa gerek  Aladağlara gidip o coğrafyada bir koşu kampı yapmamızın iyi olacağı fikri ortaya atıldı. O an orada olan herkes buna sıcak baktı ve içimize Aladağlara gitme ateşi böylece düşmüş oldu. Kendi adıma söylemem gerekirse daha önce Aladağlar yarışına hiç katılmadım ve parkur hakkında hiç bir fikrim yoktu. Zor bir parkur olduğunu, dağcılık teknik bilgisinin önemli fark yarattığını, kısa sert parkurları, çarşak tabir edilen portakal ile karpuza arası büyüklükte sert ve keskin kaya parçalarından oluşan, kaygan zeminini ile irtifa kazanımının fazla olmasının performansı sıkı bir şekilde zorlayıcı olduğunu çok duymuş ve okumuştum. 

Kısa bir sürede kampa gönüllü çekirdek bir grup kurup ilk toplantımızı yapıp konaklama, rota, lojistik destek, ihtiyaç duyulan malzemeler ve bunların nasıl ve kimler tarafından ne şekilde organize edileceğine dair iş bölümü yaptık. Ekibin lideri bölgeye defalarca gitmiş, koşmuş, bölgede tur rehberliği de yapmış olan Derya idi. Tayfun ile organizasyondan bir gün önce bölgeye giderek konaklanacak, alanda ayarlamalar ile bölgede keşif faaliyetini organize edeceklerdi. Ben ve Yücel bir arabada, Bekir, Eyüp ile Ceyhun Hocalar'da bir arabada bölgeye gidecekti. Bu sayede hem arabalarda gereksiz kalabalık yapmayacaktık hem de ekiplerin diledikleri zaman yola çıkmaları sağlanmış olacaktı. 07 Ağustos Perşembe günü mesai sonrası 17:00 gibi Yücel ile buluşup yola koyulduk. Bizden iki saat kadar önce de Bekir hocalar yola çıkmıştı.

Aşırıya kaçılmamış,
ev yapımı reçellerle süslenmiş,
güzel bir köy kahvaltısı.
Perşembe günü akşam saatlerinde ekip bir bütün halinde konaklama yerinde buluştuktan kısa bir zaman sonra sabah yola erken koyulabilmek için istirahate çekildik. Cuma sabahı çok erken saatte bir start vermemeye karar verdik. Yedide kahvaltı, ardından milli parkın girişinde sekizde olacak şekilde planladık. Hazırlıkları bitirmek, malzeme kontrollerini yapmak ve araçlarla park girişine gidebilmek için yeterli zamanımız olacaktı. Ekip olarak güne tam bir uyum içinde ve Zülbiye Hanım'ın enfes kahvaltısı eşliğinde başladık. Espriler ve birbirimize takılmalar gırla gitmeye başlamıştı.



Konaklama...
Taurus Guest House Sofası.
Taurus Guest House aslında öncesinde ev olarak tasarlanmış ve her odasında dört yada beş yatak olan Ahmet ve Zülbiye çiftinin aile işletmesi. İşletme Aladağlar milli parkının girişine çok yakın olan Niğde'nin Çamardı kasabasının Çukurbağ köyünde. Lüks konaklama hizmetlerini aramanızın lüks olacağı bir yer burası. Büyükçe sayılan bir bahçede meyve ağaçlarının altında çadır kurmanıza da fırsat tanıyan bu işletme benim için adeta bir ev havasında idi. Derya artık gide gele çift ile ahbap olmuş ve bizlere de sağ olsunlar  Derya'ya gösterdikleri sıcak ilgi ve alakayı gösterdiler. 


Bahçe alanı.
Çadır kampına oldukça uygun.
Odalardan bir görüntü
Hatta bu dört beş yataklı koca odalarda Corona Virüs endişemiz nedeni ile tek kişi konaklamamıza bile fırsat tanıdılar. Bir aile işletmesi dedim ya eğer şanslıysanız sabah kahvenizi içerken Ahmet Bey'in tahminen seksen yaşlarında olan annesi ve henüz ilkokul yaşlarında olan, boşa elektrik harcanmasın diye herkese sorduktan sonra internet kullanılmıyorsa gidip modemi kapatan sevimli oğlu ile de sohbet edebilirsiniz. Yani bana samimi ve sevimli bir ortam geldi. Sabah kahvaltısı, akşam yemeği ortanın üzerinde bir kalitede ve bol kepçe. 


Ama tüm grubun tek bir ağızdan yadırgadığı şey önümüze konan ekmeğin artık şehirde bile tüketmekten imtina ettiğimiz içi hamur olmuş beyaz ekmek olması idi. Oysa köylük yerde yap bir yufka. Ver gitsin. Tek kusur bu olsun dedik geçtik. Cuma akşam üstü vardığımız işletmede toplam iki gece konakladık. Ayrılırken de çok dostça uğurlandık...
Kamp süresince geçen sosyal zamanı en küçük ayrıntısına kadar detay detay yazabilirim zira aklımda öylesine keyifli anlar bıraktı ki detaylardan okuyanlar sıkılabilir. Bu nedenle ayrıntıları hızla geçip rotanın tadına varmanızı istiyorum.
Rota...
***"Aladağlar, Niğde İl sınırları içerisinde Toros Dağ kıvrımlarının (Orta Toroslar) en yüksek doruklarıdır. Kalker Kayalardan oluşur ve vadilerin dışında ormanlık alanlar pek görülmez. Yöreye özel etnik bitki örtüleri (Karamık ağacı, Kuşburnu, Badem ağacı, Sığır Kuyruğu, Kekik) bulunur ve Alpin bitki toplulukları gelişmiştir." Aladağlar kampı fikri doğduğunda Derya bizlere Ordos ekibinin düzenlediği yarış parkuru haricinde normal zamanlarda pek tercih edilmeyen Sarı Memedin Yaylasından başlayan ve Emli Vadisi, Akşam Pınarı, Koca Dölek, Sıyırma Vadisi, Vali Konağı güzergahından Lahit Kaya ile Güzeller tepesini görebileceğimiz bir rota takip ederek Cebel geçidinden Küçük Cebel'de zirve yapmayı ve dönmeyi, ikinci gün ise enerjimiz kalırsa Emler vadisinden zirve yapıp dönmenin iyi bir program olacağını söyledi. Daha önce hiç dağcılık tecrübem olmadığı ve bölgeyi bilmediğim için performansımın, teknik malzemelerimin bu aktiviteyi yapmaya yeterli olup olmadığını kestiremeden bu aktivitenin içinde olmaya karar verdim. Ekip içinde tecrübeli arkadaşlarımın olması içimi rahatlatıyordu. İrtifa gözümü korkutuyor ancak son zamanlarda sıklıkla yaptığım koşu antrenmanlarına ve bir o kadar da dayanıklılığıma güveniyordum.

Soldan sağa: Ceyhun, Yücel, Derya,
Bekir, Eyüp, Tayfun, Ben
Milli Park girişine geldiğimizde geceden konaklamış kişilerle günaydınlaşmalar ve başlangıç fotoğrafı aldıktan sonra Sarı Memedin yaylasında vadi ağzından hafif bir tempo ile koşuya başladık.
 Bu arada batonlarımı çıkardım ve ilk defa denemeye başladım. Aktiviteden bir gün önce aldığım batonu daha önce hiç bir koşu yada yürüyüşte kullanmadım. Kullanmak ise hep aklımda idi çünkü, UTMB yarışlarının olmazsa olmaz ekipmanlarından. Bir gün denemeli ve kendimi alıştırmalıyım diye düşünüyordum. Daha önce yıllarca kayak yaptığım için batonu tutmaya oldukça alışığım sanırım. Bu yadırgamamı engelledi, ama yürüme ve koşu sırasında nasıl bir performans göstereceğimi bilemiyordum. Kaslarım tutulabilir, elimin bir yerleri su toplayabilir yada sık sık takılma düşmelere neden olabilirdi. Neyse ki korktuğum hiçbir şey başıma gelmedi. Oldukça da rahat ettirdi ve performansıma ekstra bir katkısının da olduğunu düşünüyorum.

Karşınızda yükselen dağları görmeseniz
başlangıçtaki stabilize yol size sanki
dağlarda değil de, Ankara'nın köylerinde
bir yürüyüşe başlamışsınız havası veriyor.

F500 Forclaz
Üründen bahsetmek gerekirse; Decathlon'un Forclaz F500 Anti-shock özellikli alüminyum batonlarını aldım. Bazı  karbon batonlarla kıyaslamamak lazım ama kırılarak açılıp kapanan batonlar kadar pratik ve kibar bir görüntüsü olmasa da sağlamlık yönünden bu aktivitede kendisini fazlasıyla ispat etti diyebilirim. Boyunun kolay ayarlanabilmesi, Anti-shock özelliğinin aktif ve pasif duruma getirilebilmesi, tutma yerlerinin ergonomik oluşu ve eli kavrayan kayışların geniş, sağlam ve ayarlanabilir özellikte oluşu bence artıları. Biraz kaba görüntüsü, bir tık ağır oluşu, kapandığında bile bence uzun kalan ölçüsü de negatif yanları.

Rota başında dakika bir gol bir Bekir hoca şapkasını unuttuğunu ve geri dönmesi gerektiği söyledi. Gidip şapkasını alırken biz ekip ile yola devam ettik. Bu arada Derya önde bize etraftaki tepelerin ve kayaların adlarını tek tek saymaya başladı. Biz de sordukça soruyorduk. Bunun adı ne? Güzeller. Bu? Lahit Kaya. Peki bu?... Derken "ya burada tüm taşın kayanın bir adı var, yani bizim bir kaya da adımız olmayacak mı? Şu ilerideki taşın adı var mı Derya?" diye sordum. "Yok üstadım" deyince, dedim ki; "bundan sonra bunun adı Tolga Kaya olsun" 
Bekir Hoca Sivri Kayasını işaretlerken. :)
O sıra Bekir hoca kafasında şapka! (tepesi açık) ile geldi ve dedim ki; "bak şu kayanın adı bundan sonra Tolga Kaya. Senin var mı böyle bir taşın, kayan?" Hiç aşağı kalır mı bizim hoca? O hazır cevaplığı ile "yanındaki sivri kayayı görüyor musun? İşte bundan sonra o da Bekir Kaya dedi." "Haah! dedim. Tam da sana uygun. Sivri." :) Kahkahalar, gülüşmeler...

Bu konuşmaya öyle bir dalmışız ki daha ilk kilometreden grubun önüne geçtiğimizi fark etmedik ve rotayı kaybetmeyi başardık. Biraz önden gitmenin cezasını yanlış yola saptığımızı ve ekibin arkamızdan gelmediğini görünce anladık. Öttürdük düdükleri, çaldık ıslıkları ve anladık ki biz sola onlar sağ dönmüşler. Bekir Hoca ile rota kaçırmamız meşhurdur. Bakınız IDA ULTRA 100k yarışı. Neyse ki henüz kimse çok uzağa gitmemişti. Hep şaşırır dururdum insanlar onca kişi yola çıkıyorlar nasıl kayboluyorlar diye. Sevgili Alp Eren'in bir sözü var "Dağda iken insan görüntünün çözünürlüğünü tam olarak anlayamıyor." Uzaktan minicik ve yumurta gibi görülen kaya oluşumu yanına vardığınızda anlıyorsunuz ki apartman kadar bir şey. Araziye girdikçe sağlam bir yön duygunuz yoksa, iyi bir rota bilginiz yoksa kaybolmak içten bile değil. Anısı taze değil ama acısı hep taze olan dağda ilk kaybolma hikayem askerlik nedeniyle gittiğim Cudi dağlarındadır. Birden içimde otuz yıl önceki o anlar canlandı. Hayatta kalma korkusu olmadan dağlarında dolanabileceğiniz bir coğrafyanızın olması ne büyük lüksmüş meğerse.

   


Rota hattını 3D verebilen bir cep telefonu app'inden ekran görüntülerini yukarıya ekledim. Belki bu derin vadi tepe farklılığını daha keskin olarak görebilirsiniz diye ama ne bu app ne de fotolar bu arazinin güzelliğini ve çetinliğini anlatmaya yeterli değil. Belki dağcılık ile ilgili olmadığım için rota , yazıyı okuyan bir dağcı için "Bu daha ne ki?" dedirten cinstendir. 100K'larda ortalama 3500-4000 metre kazanımla koşulan yarışmalarda zaman geçirmiş bir trail koşucusu için ise hızlı iniş ve çıkış barındıran ve bu metrelerdeki kazanımları 25K gibi bir mesafede yaptıran, çarşak yüzeyleri bol olan rotanın farklı ve zorlu bir deneyim olduğu çok açık..

Birbirimizi bulduktan  sonra aşağıdaki resimde görülen yeşil alan içerisinde ormanda yürüyüşe başladık. Zemin kolay. Taş, kaya var ama zorlayıcı değil. Hatta batona bile gerek yok, ama alışmak için kullanmaya devam. Bu alanı geçer geçmez Akşam Pınarı tabir edilen ve havanları sulamak için dağdan zor şartlarla indirilebilen suyun  getirildiği ilk su molası noktasına varıyoruz. Bulmayı beklediğimiz su ise yok. Etrafta hayvan ve çoban da yok. Çadırı kurulu ama kendi yok. Belli ki suya bakan olmayınca zor şartlarda getirilmeye çalışılan suyun borusu bir yerlerde kesintiye uğramış. Fazla bir duraksama yapmadan bir sonraki su molası olan Vali Konağına doğru yola koyuluyoruz. 

Bakınca var olduğuna inanmakta zorluk çektiğim film sahnesi gibi manzara.
Fotoda iki kişi görebildiniz mi?
Derya yol boyu kayaların adları ve tepelerin il sınırları bağlantıları hakkında bilgi vermeye devam ediyor. Giderek içine daha çok çekilmeye başladığımız vadi adeta bizi yutar gibi. Bir film sahnesi geliyor aklıma. Yüzüklerin Efendisi filminin İki Kule serisinde Miğfer Dibi Savaşı sahnesi. Kalede sıkışıp kalmış Kral'a dağlardan inip gelen Gandalf yardımcı oluyordu ve savaşı kazanıyorlardı. Karşıda bir düşman yok ama kendimi biraz sonra içine gireceğimiz arazi mücadelesine öyle kaptırmışım ki elimdeki batonlar, karşımdaki manzaranın etkisi ile asasıyla zafere koşan Gandalf gibi hissediyorum adeta.

Gandalf  Vali Konağında.
Arazi giderek çetinleşiyor. Yol daha tek bir ize, hatta yer yer iz bile olmayan gözle zar zor seçilen patikalara doğru dönmeye başlıyor. Belli belirsiz yolda bir sonraki durağı Derya önderliğinde bulmaya çalışıyoruz. Ara ara arkama baktığımda sanki bilmem kaç milyona kaç milyon pixel bir TV ekranında  manzaraya bakıyormuş gibi hissediyorum. Az önce şuradaydım diye düşünüyorum. Oradayken burası, buradayken de orası adeta uçsuz bucaksız geliyor. Sert bir çıkış bekliyor bizi. Beklediğimiz suyu bulmak için ilk denediğimiz sert çıkışın sonu hüsran ile bitiyor. Mevsim normallerinde bir kaç kaynakta su olmasını beklediğimiz Vali Konağında bazı kaynaklarda suyun azaldığını görüyoruz. Başımızı geldiğimiz yöne çevirdiğimizde sağda kalan bir parıltı dikkatimi çekiyor. Belli belirsiz dağdan sanki su akıyor gibi. Evet gerçekten de su bu. Kendi gözlerimle görmek mutlu ediyor beni. Derya'ya işaret ediyorum. O da onaylıyor beni. Rotayı 500 metre sola kaydırıyoruz. Tepesinde kocaman bir kar kütlesinin olduğu ve dağdan sızarak gelen, minik şelaleler oluşturmuş, buz gibi suya kavuşuyoruz. Öyle marketten "Ver oradan iki tane soda. Buz gibi olsun" dediğiniz gibi değil. Su gerçekten buz gibi. Sırayla kafaları sokuyoruz suya. Üst baş çıkıyor hatta. Sular dolduruluyor. Minik bir atıştırma molası ve dinlenme. Derya? Tabi ki dinlenmiyor. Suyun üst yakasına çıkıyor. Oradan ilginç pozlar vermeye devam. Enerjisine hayranız.
Yavaştan yola koyulunca Vali Konağı'nın vadiyi tepeden gören o teras gibi geniş kaya düzlüğü de daha bir gözler önüne seriliyor. Neden Vali Konağı dendiği ortada. E! Öyle ya devletin ilde en büyük mülki amiri de sivri bir kayanın tepesinde oturacak değil ya. 

Rota boyunca bir iki yerde sert yamaçların muhtemelen gün görmeyen yakasında kalmış kar örtüsü ile karşılaştık. Yanlış hatırlamıyorsam bazı illerde, özellikle doğuda olsa gerek halen devam etmekte olan bir gelenek ile bu karları yazın katırlarla ilçeye taşır üzerine bal, pekmez, kaymak, şerbet, meyve döküp anam babam usulü dondurma (karsambaç) yaparlarmış. Şimdi daha net anlıyorum ki bu dondurmayı yapan çok kıymetli bir iş yapıyor. Oldukça zahmetli bir iş olsa gerek dağdan kar indirmek.
Lahit Kaya Tepesi.

Vadide yukarı tırmandıkça karşıda Güzeller tepesi, Sağ yanda Lahit Kaya kendini daha bir güzel göstermeye başladı. Yaklaşık 10K kadar ilerlediğimizde giderek sertleşecek parkur ile de yüzleşmeye başladık. Vadi tabanındaki son moladan rotanın son kısmı ile yüzleşmek için yola koyulduk. Eyüp bu noktada daha fazla ilerlemek istemediği için Vali Konağı noktasındaki suya geri dönüş yaptı. Geri kalan ekip tamamen çarşak zeminden oluşan bir yan geçişe başladı ve Cebel geçidine doğru sert bir çıkıştan oluşan rotaya doğru devam etti. Bir süre sonra ekip kendi içinde yorgunluklar göstermeye başlayınca rota üzerinde başı sonu beş yüz metreyi bulan bir mesafe içerisinde otuz kırk metre aralıklarla birbirimizi takip etmeye başladık. 


Cebel geçidi için ızdırap dolu son 600 metre
Ön ekip sert çıkış ve çarşak nedeniyle yeterince hızlı olamıyor, arka ekip ise çarşak ve yan geçiş ile mücadelesinden yoluna istediği gibi devam edemiyordu. Ara ara kafamı çevirip arkama baktığımda sanki her yirmi dakikada bir aynı ekibi arazinin bir yerinden alıp (copy) diğer yerine yapıştırmışız (paste) ve hiç  yol alamıyormuşuz gibi geliyordu. Önümdeki dik yokuşa bakınca salonumdaki lamba kadar yakın hissi veren tepedeki Cebel geçidi, insanın ne yaparsa yapsın her adımıyla kayan çarşak nedeniyle elinden uçup giden hayalleri gibi bir o kadar da uzak geliyordu artık. Bir ara bunca yolu gelmeme rağmen hiç o tepeye ulaşamayacakmışım gibi hissettim. Hatta dönüp dönüp arkamdan gelenleri kontrol ettim ve varlıklarından güç aldım. Daha önce hiç böyle bir zeminde ne yürüdüm, ne gezdim, ne koştum. Ayaklarının altından akıp giden bir çarşak ile mücadele etmek zor. Hele bunu %40'lara varan bir eğimde yapabilmek daha da zor. Uzun süren bir zik zag ile tepeye varmaya çalışıyorsunuz. Belli belirsiz olan yol hiç güven vermiyor. Ama çıkışta iken düşüp bir yerlerinizi yaralanmanız zor. Karınca hızında ancak gidebiliyorsunuz. Uzun uğraş sonrasında ufak tefek düşme ve kaymaların dışında yorgun bir şekilde Cebel geçidine vardım. Son 600 metrelik tırmanışı elli dakika civarlarında yapabilmişim. Düz bir trailde 10K'lık mesafeye bedel.
Aladağlar rotasının profili.


Derya benden önce varmıştı ve yanına vardığımda çantasından çıkardığı bisküvisini benimle paylaştı. Su ve yiyeceğe abandık hemen. Dinlenebildim az da olsa. Beklememize rağmen ekibin geri kalanı gelmeyince çıkma kararlarından vaz geçtiklerini anladık. Tepenin çok yakınına kadar gelmelerine rağmen ani bir karar ile dönüş rotasına girdiler. Biz de Derya ile Küçük Cebel Tepenin en üst kısmına yürümeye karar verdik. Yirmi dakikadan daha az bir zamanda çıkarak yürünen tüm rotayı ve daha öncesinde görmediğim bu manzaranın keyfini çıkardım. 
Yemek yiyen cüce Gargoyle'leri, Britanya.
Turları için videolar çeken Derya'nın bu rota üzerinde aldığı ufak videoları YouTube kanalı olan Keşif Günlüğü sayfasından da izleyebilirsiniz. Zirveden tüm vadiye ve karşımda görünen tepelere baktığımda yer gök binlerce Gargoyle'le (Gotik mimaride bina süslemelerinde yer alan ilginç ve çoğunlukla çirkin yaratık tasfirleri) bakıyormuşcasına donanmış gibi hissettim bir an. Adeta binlerce yüz size bakıyormuş gibi geliyor. Ya da yorgunluğun etkisi ile böyle fantastik şeyler düşünmeye başladım bilemiyorum. Ama yine de doğaya haksızlık etmeyeyim ne kadar sanat eseri olurlarsa olsunlar bu doğa bir Gargoyle kadar çirkin asla olamaz. Belki de tek benzerlikleri olan kireçtaşından yapılmış olmaları bende çağrışım yapmış olabilir.

Solda yüz şekli, Sağda Duvara yaslanmış bir Rahip (Sanki)

Çıkış kadar önemli olan hatta trail yarışlarda hep söylenen "inmeyi bilmiyorsan çıkmayacaksın" lafını test etmenin zamanı gelmişti. Özellikle çıkılan bu son kısmın inişi ve sonrasında devam edecek yan geçiş kısmı başta biraz ürkütücü geldi bana. Çünkü zemin sürekli akıyor ve kendinizi durdurmakta zorluk çekiyorsunuz. Yine burada sanki kayak yapıyormuş gibi ara ara yan fren ve batonların etkisi ile kendimi durdura durdura inmeye başladım. Bir süre sonra akan çarşağın etkisine kendimi bırakabilmeyi başardım ve sanki Michael Jackson'un geri geri yaptığı şu meşhur yürüyüşü ön ön yapıyormuşum gibi hissettim. Bir ayağımı kaldırıp diğerinin önüne koyarken yerdeki ayağım var olan eğimin etkisi ile doğalında akışına, kaymaya devam ediyordu. Burada bir detaya değinmekte fayda var. Tam bu noktada ayakkabılarda tozluk olmasının önemi büyük. Zira küçük taş parçalarının ayakkabıların içine girmesi ve diğer ayağınızın sürüklediği taşların ayak bileğinize sürekli çarpması muhtemel. Ve bazen çok can yakıcı olabiliyor. Benim tozluğum olmadığı için de ayaklarıma giren parçaları ara ara durup dışarı çıkartmam gerekti. Başta zor gelen iniş kısa bir süre sonra zevk aldığım bir hal aldı. Düşmeden, yaralanmadan en sert yeri keyif alarak bitirdim. 
Erken dönüş kararı alan ekip gözden kaybolduğu için geliş rotasının aynı istikamette dönüşe başladık. Yol üzerinde suya tekrar uğrayıp Eyüp'ü orada bulmayı düşünüyorduk ve aynen de öyle oldu. Bursa'dan gelen genç bir dağcı ekip ile sohbeti koyulaştırmış ve dinlenmiş olarak bulduk onu su başında. Tayfun, Ceyhun'da suya uğradığı için kısa süre içinde dönüş rotasında beş kişi toplanmış olduk. Yolun geri kalanını birlikte tamamladık. Akşam pınarında son bir mola ile enerji topladık. Sabah bulamadığımız su ne hikmet ise akşam akmaya başlamıştı ve orada bulunan kapları doğadaki canlılar için su ile doldurduk. 
Artık tamamen düze inilen rotanın geri kalanını bir trail koşusu edasında bitirmeye karar verdim ve yaklaşık 3-4 km'sini koştum. Döndüğümde başlangıç noktamızda Bekir hoca ve Yücel ile karşılaştım. Dinlenmiş, enerjileri yerine gelmiş ve keyifleri de yerinde idi. Hatta oradaki bir yerel işletmenin ikramı çaylar ile tazelenmiş görünüyorlardı, ben de tazelenme şansı buldum. Kısa bir süre sonra ekibin geri kalanı da geldi ve sohbete koyulduk. Bir bitirme fotosu ile de aktiviteyi sonlandırdık.

Tarihe düşülen notlar her zaman yazılı olmaz.
Bazen görsel, bazen de duygusaldır.

Strava verilerime göre başından sonuna 9 saat 54 dakika 20 saniye süren aktivitenin 7 saat 08 dakika 34 saniyesi hareket halinde geçmişti. Bu bir yarış olmadığı için kendimizi zorlamak konusunda katı olmadık hiç birimiz. 3270 metre yüksekliğe kadar çıkılmış ve yükseklik kazanımı 1662 metre olmuş görünüyordu.İyi, hatta mükemmel bir antrenman diyebilirim. Hatta ****Efes Ultra öncesi kendime güvenimi arttıran, dayanıklılığımı test etmeye yarayan bir olanak da sağladı.

Kazıklı Ali Kanyonu...
Ertesi gün Kazıklı Ali Kanyonunda yine Derya'nın rehberliğinde önce kanyon içinde yürüyüş yapıp, alt ucundan kanyondan çıkarak, sonra dönüş rotasını kenarından içine bakacak şekilde bir toparlanma ve keşif yürüyüşü yaptık. Bu yürüyüşün detaylarına değinmeyeceğim ama güzel anların fotoğrafları ile ölümsüzleştireceğim.

Derya ot, çöp vadi içinde tanıtım yaparken.


Kurumuş bir Deve Dikeni.

Yabani acı bademlerden tırtıklanırken. Lezzeti halen damağımda.

Endemik bitki örtüsüne ait bir tür. Adı neydi unuttum.

Kazıklı Ali vadisi içinde bir yer.

Vadide kaya tırmanışı yapılan alanlardan biri.

Deve Dikeni..

Vadiye tepeden bakış.

Vadiden çıkıp dönüş yoluna girildiğinde. Karşıda Aladağlar.
Bitiriken...
Peki deli mi dürttü de böyle bir aktiviteyi yapmaya kalktık. Belki okurken sıkılmış, belki basit gelmiş, bazılarınız ise anlamsız bulmuş olabilirsiniz bunca yolu koşup, yürümeyi. Baştan söyleyeyim böyle bir şeyi yarışma ya da başka bir sebeple yapmamız için bu ekibi bir delinin dürtmesine falan gerek yok. Biz delimizi her daim içimizde taşıyoruz. O dilediği zaman bizi ara ara dürtüyor zaten. Bu tür bir aktiviteyi yapmadan önceki hazırlık antrenmanlarımızın sonundaki sohbetlerimizde konuştuğumuz bir şey vardı. "Hayat zamanı genleştirebildiğin kadar güzel." Hatta esprisini yapıyorduk. "Burada genleştirdiğimiz zaman, doğal ortamlarımıza varınca dakikasında büzüşüyor azizim" diye. Bu yaşamdan bir tür tat alma biçimi. Ontolojik bir anlamı olan, var olduğumuzu hissetme şekli bizler için. Adeta "Tılsımlı Deri."

*Freud'un ölüme yakın son saatlerinde okuduğu son kitap Honere de Balzac'ın Tılsımlı Deri'si idi. Çenesindeki tümör nedeniyle dayanılmaz hale gelmiş acılarına rağmen bir çırpıda okuyup bitirmişti. Kitabın kısa hikayesi şöyle: Roman kahramanı Raphael, Seine Nehri'ne kendisini atıp intihar etmek üzere iken, rastlantı sonucu bir antikacıyla tanışır ve onunla bir anlaşma yapar. Antikacı ona Tılsımlı bir eşek sağrısı derisi verecek o da intihardan vazgeçecektir. Üzerindeki Arapça yazıda "ona sahip olursa hayatının onun olacağı, ne dilerse dilesin yerine geleceği, dileğinde ölçülü olması gerektiği çünkü her dilekle ömrünün kısalacağını, diliyorsa onu almasını" yazar. Deri dilediğini yapacak ama giderek küçülecektir. Raphael ise giderek ölüme yaklaşacaktır. İntihara kalkışan Raphael bunu gördükçe ölmekten dehşetle korkmaya başlar. Kendini, yeni hiç bir şey istememek için, günlerini hatta saatlerini tek düzeye indirgeyip, korkular içinde çok yalın bir hayat sürdürmeye mahkum eder.

Başından belli olan bedeli belki Corona yüzünden, belki yatağımızda huzur, belki de Freud gibi acılar içinde ödeyeceğiz bir gün, ama şu bir gerçek ki; Derisine sığmayı başarıp, koca evrene sığamayan bizim gibi insan yavruları, bu dağlara ayak izlerimizi bırakarak, kendi Tılsımlı Deri'mizi keşfedip Rafhael'in aksine onu büyütmeye, genleştirmeye devam edeceğiz.


Özel Teşekkür: Mihmandarlığı ve aktivitenin sorunsuz geçmesine sağladığı destek için Derya'ya pek çok teşekkür etmek isterim. Ayrıca aktiviteye katılan tüm dostlarıma, Bekir, Eyüp, Ceyhun Hoca'lara, Yücel'e ve Tayfun'a. Her birinin ayrı ayrı büyük katkıları var ve unutulmazdı. İyi ki varlar. 


*Kaynak: Serol Teber: Freud Bilimsel Bir Peri Masalı
**Yazı bittiği sıralarda Ağustos ayı ortası ile vakalarda hızla artan sayılar görülmeye başlanmıştır.
***Kaynak:İnternet
****Yazının bittiği sıralarda Efes Ultra Yarışının ikinci kez iptal edildiği bilgisini aldım.
Fotolar: Ekip üyelerine aittir.